Anadolu Türk Köylüsünün Ve Turan’ın Sözcüsü Abdurrahim Karakoç
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Nurullah Çetin, "Mihriban'ın şairi" Abdurrahim Karakoç'un vefatının 8. yılına özel bir yazı kaleme aldı.
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Nurullah ÇETİN, "Mihriban'ın şairi" Abdurrahim Karakoç'un vefatının 8. yılına özel bir yazı kaleme aldı.
İşte Nurullah Çetin'in Kaleminden Abdurrahim Karakoç:
*Hayatı: Mihriban’a en güzel aşk şiirini yazan bir romantik, oğluna “Türk-İslam” ismini veren bir Türk İslamcı, Rus emperyalizmi altında “üşüyenler” için şiir yazan bir Turancı, hâkim beğe, tohdur beğe dert anlatmaya çalışan Anadolu Türk köylüsünün sözcüsü Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932 tarihinde Kahramanmaraş ili, Elbistan ilçesi, Ekinözü (Cela) köyünde doğdu. Dedesi, babası ve kardeşleri hep şairdir. 1958’de bulunduğu kasabada belediye mesul muhasibi olarak memuriyete girdi ve Mart 1981’de emekli oldu. 3 çocuğu vardır. 1985 yılından itibaren gazetecilik yaptı. Gündüz ve Vakit gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. 7 Haziran 2012 günü Ankara’da vefat etti.
*Kişiliği: Hayatında ve davasında kişisel menfaat kaygısı gütmedi. Onun şiirinde samimiyet duygusu esastır. Müslümanın da Müslüman olmayanın da sahte, yalancı, menfaatçi, ilkesiz, kaypak olanına mesafe koyar, samimi, içten olana saygı duyar. Kimseye hoş görünme derdi yoktu. Doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen, halkın değil Hakk’ın hatırını gözeten dobra bir şairdir. O, yaşadığını yazan adamdır.
Gözünü budaktan, sözünü yasaktan esirgemeyen bir millet fedaisidir. Hırsızlık, ahlaksızlık, haksızlık, yolsuzluk, usulsüzlük karşısında susmayan, hak bildiğini Hak için yazan adamdır.
Halk Şiiri: Onun şiiri, Türk halk şiiri geleneğinin yeni şekilde bir devamıdır. Geleneksel Türk halk şiirini çağdaş bir söyleşiye kavuşturdu. O, elinde sazı olmayan, saz eşliğinde şiir söylemeyen bir halk şairidir. Dörtlük nazım birimine, hece ölçüsüne, sade, açık anlaşılır yalın Türkçeye yer verdi.
Hiciv: İroni, taşlama, mizah, eleştiri, hiciv, yergi, alay, nükte çok keskin ve belirgin şekilde öne çıkar. O, millî ve dinî değerlerimize, vatanımıza, Türklüğümüze, kültürümüze, halkımıza düşman olanları, bu değerlerimizle alay edenleri hicvetmiştir.
İçeriği: O kısaca aşk, iman ve hiciv şairidir. Türk-İslam davası adına kavga şiirleri yazdı. Onun şiirlerinde el aldığı konular, dinî, millî, hamasî konular, aşk, gurbet, hasret, tabiat, toplumsal ve siyasi eleştirilerdir.
Ferdî Konular: Ferdî konularda da çok yetkin örnekler verdi. Mesela bu bağlamda en duyarlı, en dokunaklı, en samimi ve gerçek aşk şiirlerini o yazdı denebilir. “Mihriban” şiiri Türk edebiyatının en güzel aşk şiirleri arasında yer alır. Edepli, utangaç, saf, temiz, soylu bir aşk duygusunu dile getirir. Tabiat konulu şiirleri de son derece gerçekçi ve gerçek Anadolu tabiatını verir.
*Toplumsal ve Siyasi Eleştirileri: Şair, şiirleriyle ezilmiş, fakir, eğitimsiz, çaresiz, haksızlığa uğramış, itilip kakılmış Anadolu Türk köylüsünün sözcüsü ve avukatıdır. Genellikle Türk halkına tepeden bakan, Türk halkının hem fakirliğini, hem eğitimsizliğini, hem millî manevî değerlerini aşağı, hakir gören bazı yönetici kesimi en sert bir şekilde eleştirmiştir. Burada bazı yönetici kesimden kastımız, Türklük ve İslamlık değerlerini ve insanlık vicdanlarını kaybetmiş olan fırsatçı, zengin, siyasetçi, memur, yüksek meslek sahibi kesimlerdir. Şair, bu durumu kendi ifadeleriyle şöyle aktarır:
“Sağ olsunlar iktidarların ve muhalefetin iri kıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, bilimsel cüppeliler, entelektüel züppeler, millî soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, üçkâğıtçılar vs. hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular.”
“Hâkim Beğ” şiiriyle bugün git yarın gel mantığına dayalı olarak devlet idaresinin, işlerinin, hukukun, adaletin, mahkemelerin nasıl yavaş, yanlış ve hantal işlediğini, özellikle Anadolu Türk köylüsüne bu alanlarda nasıl eziyet edildiğini, maddi ve manevi nice sıkıntılara sokulduğunu eleştirir.
“Tohdur Beğ” şiirinde, fakir köylünün paragözlü, merhametsiz doktor karşısındaki boynu büküklüğü, ezikliği, çaresizliği, tedavi ve ilaç masraflarını karşılayamayan yoksulluğu dile getirir.
Anadolu Türk köylüsünü en güzel “Hasan’a Mektuplar” başlıklı 22 şiirinde tanıtır. Köyde yani Anadolu’da olup bitenleri, halkın dertlerini gurbette bulunan bir arkadaşına mektuplar halinde yazar. Yani Anadolu Türklüğünün halini, yoksulluğunu, dışlanmışlığını, itilip kakılmışlığını anlatır. Aslında bu şiirleri, Anadolu Türk köylüsünün yöneticilere dilekçesidir. Bu şiirleriyle ilgili olarak şair şöyle der:
“Hasan İslam inancıyla mayalanmış, Türklük asaletiyle yoğrulmuş, ilim ocağında pişmiş bir gariban yiğidi temsil eder. Benim Hasan’ım asker olarak doğar, asker yaşar, askerce ölür. Mektuplarımı bu asker Hasan’dan başka kime yazabilirdim? Hasan’ın asker olmasının sebebi açıktır; talebe de olsa, memur da olsa, işçi de olsa muhakkak askerliğini yapacaktır. Nasıl olsa Hasan asker olacak. Dolayısıyla Hasan’ı bir sınıfın, bir grubun adamı değil, topyekün Türk milletinin sembol bir adamı olarak tanıyacağız.”(Pınar, Ağustos 1972)
Özellikle dinî ve millî değerlerde gördüğü yozlaşmayı, sığlaşmayı ve aşınmayı şiddetle, sert bir şekilde eleştirmiştir.
Dava Şiirleri: Onun davası Nizam-ı âlem ve ilâ-yı kelimetullahtı, Türk-İslam ülküsüydü. Çağdaş bir alperendi. Karakoç, esas itibariyle Türk-İslam davasının şairidir. Hem Müslümanlık hem de Türklük, onun kimliğini ören iki temel unsurdur. Konuları esas itibariyle dinî ve millîdir. Hatta oğluna “Türk İslam” ismini vermiştir.
“Hak Yol İslam Yazacağız” adlı şiiri İslamcılık davasının en önemli metinlerinden biridir. 1970’li yıllarda Millî Görüş camiası ve diğer bazı İslamcı gruplar bu şiiri marş olarak okudular.
O zalimlere tahammülü olmayan bir hakperestti. Zulme karşı öfkesi sertti. Bu bakımdan Osman Yüksek Serdengeçti’ye benzer.
Dava şiirlerinden dolayı 30 civarında mahkemeye verildi, hepsinden de beraat etti. Avukat tutmadı, hep kendi kendini savundu.
BİR TURAN ŞİİRİ: ÜŞÜYENLER
Bilir misin gardaş Türk illerinde
Havada yıldızlar, dağda kar üşür.
Tutsak soydaşların türkülerinde
Dört mevsim ötede bir bahar üşür.
Ezanlar buz tutmuş minarelerde!
Yaylalar dermiş ki: Töremiz nerde!
Yolların hasretle bittiği yerde
Her dağ yamacında bir mezar üşür.
Ses verir aktıkça ağlarcasına,
Göl olur gözyaşı gönül tasına.
Her sabah kuşların uyanmasına,
Her köyün bağrında bir pınar üşür.
Kara pas bağlamış ozan dilleri.
Ayıya in olmuş Bozkurt illeri.
Ulu Tanrısına açmış kolları,
Kökü Türklük olan bir çınar üşür.
(Abdurrahim Karakoç, Vur Emri, Ocak Yayınları, Ankara 1984, s.11)
Bu şiirinde şair, Türkistan Türklüğünün Rus esareti altındaki mahzun halini anlatır. 1840’lı yıllardan itibaren Türkistan Türkleri, Rus esareti altına girmeye başladı. Bunun sonucu olarak Müslümanlık ve Türklük değerlerinden oluşan Müslüman Türk kimliğinin yok edilmeye çalışılmasıyla birlikte derin bir acı, kahır, hüzün ve çoraklaşma ortaya çıkmıştır. Şiirde Türk milletinin, ancak kendi özgün Müslüman Türk kimliğiyle yaşarsa mutlu, huzurlu olabileceği, esaret zilletine katlanamayacağı ve dünyanın her yerindeki Türklerin kardeşlik duygusuyla birbirlerinin acılarını paylaşması gereği üzerinde durulmaktadır.
Şiirde kuvvetli bir şekilde şairin soydaşı, kardeşi olan Türkistan Türklerine karşı duyduğu acıma ve hasret duygusu terennüm ediliyor. Ayrıca Türkistan Türklerinin Rus esaretinden kurtulmaları ümidi duygusu var.
Turan Mistisizmi: Diğer yandan şair, karşımıza tam inanmış bir millet mistiği olarak çıkıyor. Şair, kendisini sadece Türkiye Türklüğüne değil, aynı zamanda bütün dünya Türklüğüne mensup hissediyor ve Turancı yaklaşımıyla mensup olmaktan gurur duyduğu Türk milletinin hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın her ferdinin, her boyunun acısını kendi yüreğinde derinden hissediyor.
“Ayıya in olmuş Bozkurt illeri.” Mısraında olduğu gibi şair, Turancılık ve Türk-İslam milliyetçiliği düşüncelerini de ideolojik bir konumlandırma içinde dile getiriyor.
Onun Turan mistisizmini veren en güzel dörtlüklerinden biri şudur:
“Ellerin yurdunda çiçek açarken
Bizim ile kar geliyor gardaşım
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım.”
Türkistan Türklüğüne Rus Zulmü: ”Bilir misin gardaş Türk illerinde / Havada yıldızlar, dağda kar üşür”: 1840’lı yıllara kadar Ortalık Asya Türkleri ya da Türkistan Türklüğü özgürce yaşıyorlardı. Ancak 1840’lı yıllardan sonra bütün Türkistan toprakları Rusların esareti altına girdi. 1917’den sonraki süreçte de Komünist Rus rejiminin tasallutunda kaldı. 1990’lı yıllara kadar Türkistan Türklüğünün Rus esareti altında geçen bir dönemi vardır ki bu da kabaca 150 yıllık bir süreçtir. Yani 1917 öncesi Çarlık Rusya’sı, 1917’den sonra Sovyet Rusya’sının zulmü altında inim inim inlemiştir. 1922’ye kadar bu bölgenin adı “Türkistan” idi. 1922’den sonra Komünist Ruslar, Türkistan’ı parçalayarak Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan, Kazakistan ve Türkmenistan isimlerinde bölüp parçaladılar. İşte bu şiir, Türkistan Türklüğünün Rus esareti altındaki hazin durumunu ele alan bir metindir.
Buradaki “Türk illeri” Rus zulmü altındaki Türkistan bölgesidir.
“Havada yıldızların üşümesi” imgesi: Yıldız, bir simge olarak mutluluğu, neşeyi, sıcak, samimi toplumsal hayatı karşılar. Yıldızlı bir gök altında olmak, mutlu, ferahlı, sevinçli bir millet hayatı yaşamaktır. Ancak Rus zulmü ve esareti altındaki Türkistan Türklerinin neşesinin simgesi olan yıldızlar, sıcaklığını, neşesini kaybetmiş, soğumuştur. Soğuk, somurtkan bir hal almıştır. “Dağda kar üşür” imgesi de benzer bir hassasiyeti ifade ediyor. Kar simgesi zaten soğukluğu, ıssızlığı ifade ederken Rus zulmü o kadar sert ve şiddetlidir ki karı bile üşütür.
Rusların Türkistan Türklüğünün Millî Kimliğini Yok Etmesi: “Tutsak soydaşların türkülerinde / Dört mevsim ötede bir bahar üşür”: Türkistan Türkleri bizim soydaşlarımızdır. Biz Anadolu Türklüğü 1000’li yıllarda Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türkistan Türkleriyiz. Daha önceleri de zaten Anadolu'da biz vardık, ama o konu ayrı bahis. Dolayısıyla orada kalan ve sonraki zamanlarda Rusların esaretine giren Türkler bizim tutsak, esir Türk kardeşlerimizdir. Türkü, Türk milletine özgü ezgi eşliğinde söylenen, sözlü gelenekte yaşayan Türk halk şiiri türüdür. Türkü “Türkî” yani Türk’e ait, Türk’e özgü demektir. “Türkü”, Türk millî kültür değerlerini temsil eden bir kavramdır.
Biz değişik tabiat olayları, kahramanlık, savaş, gurbet, ayrılık, ölüm gibi olgu, durum ve olaylar karşısında türkü yakan bir milletiz. Dolayısıyla türküler, bizim duygusal ve düşünsel tepki verme biçimlerimizden biridir. Esir olan Türk kardeşlerimizin söylediği türküler de sevinç ve mutluluk duyguları yerine hüzün, acı, kahır gibi olumsuz duyguları ifade ederler. Burada “türkü” bir semboldür, hatta bütünü karşılayan bir mecaz-ı mürseldir. Türkü simgesi, tutsak olan Ortalık Asya Türklüğünün acı, üzüntü ve kahrını ifade eden bütün söz ve fiillerini karşılar.
Dört mevsim ötede bir baharın üşümesi de yine hep olumsuz olan ruh halini ve karamsar atmosferi kuvvetli bir şekilde ifade etmek için kullanılan tersinlemeli bir imgedir. Bahar aslında neşeyi, mutluluğu, sevinci, güzelliği, coşkuyu karşılarken esaret altındaki Türk kardeşlerimiz için bahar, kış mevsimine denk bir karamsarlık havasını temsil eder.
Rusların Türkistan Türklüğünün Dinî Kimliğini Yok Etmesi: ”Ezanlar buz tutmuş minarelerde / Yaylalar dermiş ki töremiz nerde”: Yukarıdaki mısralarda geçen “türkü”, Türk millî kültür değerlerini temsil eden bir kavramdı. Buradaki “ezan” ise dinî değerlerimizi temsil eden bir sembol kavramdır. Dolayısıyla Rus esareti, Türk’ün hem millî hem de dinî değerlerini ortadan kaldırdığı, yok ettiği için büyük bir zulüm ve bunun doğurduğu büyük bir boşluk ortaya çıkmıştır. Zira Türk milleti ancak millî ve İslamî değerleriyle var olur. “Türkü” ve “ezan”ın temsilciliğindeki bu iki temel değeri yok edilirse Türk milleti üşür, buz keser, koyu bir karamsarlık ve karanlık içinde kalır.
Millî-İslamî kimliğimiz bu mısralarda ayrıca “ezan” ve “töre” kavramlarıyla birlikte yan yana vurgulanarak pekiştirilmiştir. “Türkü” ile “töre” millî kimliğimizi, “ezan” da dinî kimliğimizi ifade eden iki sembolik kavramdırlar.
Yaylalarda, Türk vatanında, yani Türk’ün bağımsız siyasi iradesinin özgürce hâkim olduğu kendi coğrafyasında, kendi millî ruhuna göre ürettiği, ördüğü bir töresi, geleneği, âdetleri, yaşama biçimi, maddi ve manevi kültürel değer, kurum ve ilkeleri vardı. Törenleri, şarkıları türküleri, edebiyatı, toplumsal yaşama biçimi vardı. İslamî bir anlayışı ve yaşantısı vardı. İşgalden sonra zalim emperyalist Rus, Türk’ün hem millî kimliğini yani dilini, kültürünü, geleneğini göreneğini, töresini yok etti hem de dinini.
Minarelerde ezanın buz tutması, artık minarelerde ezan okunmaması yani dinî hayatın ortadan kaldırılması manasını taşır.
Yaylaların töremiz nerede diye sorması da Türk vatanında, dağında, bayırında, köyünde, kentinde Türk’e özgü bir hayat tarzının yok edildiğini ifade eder. Bu durum şairde derin bir üzüntü ve boşluk duygusu uyandırıyor, buna hayıflanıyor, hüzünleniyor.
Rusların Türkistan Türklüğünün Millet Bütünlüğünü Yok Etmesi: ”Yolların hasretle bittiği yerde / Her dağ yamacında bir mezar üşür”: Rus zulmü Türkistan Türklüğü üzerinde derin bir tahribat yapmıştır. Türkistan Türklerini darmadağın etmiş, birbirinden koparmış, oraya buraya sürmüş, Türk milletini birbirine hasret içinde bırakmıştır. Hem kendileri arasında hem de onlarla bizim aramızda bir uzun ayrılık, kopukluk ve bunun sonucunda derin bir hasret duygusu ortaya çıkmıştır.
Her dağ yamacında bir mezarın üşümesi imgesi de dirilerimizin olduğu gibi ölülerimizin de sahipsizliğinin, ilgisizliğinin verdiği hüzün duygusunu karşılar. Ayrıca burada “mezar” simgesinin temsili bir başka karşılığı da tarihsel hafızamızdır. Türkistan Türklüğünün tarihsel hafızası yok edilerek, kardeşlerimiz atalarından koparılarak geçmişleri de unutturulmuştur. Evlatlarıyla, torunlarıyla irtibatı kesilmiş olan mezardaki Türk varlığı ıssızlığa, terk edilmişliğe gömüldüğü için üşümektedir.
Bir başka şiirinde de şöyle der:
“Dağılmış Özbekler, Hunlar, Oğuzlar;
Dolmuş ara yere kinler, buğuzlar!
Görkemli kelleler, lafçı ağızlar
Domuzdan yana mı, bizden yana mı?” (Kan Yazısı, Ankara 1981, s.71)
Türkistan Türklüğünün Rus Esaretini Kabullenmemesi: ”Ses verir aktıkça ağlarcasına / Göl olur gözyaşı gönül tasına”: Esaret altındaki Türkistan Türkleri, içinde bulundukları kötü durumdan dolayı kahır içinde ağlamakta ve gözyaşları gönül taslarına göl olacak kadar akmaktadır. Gözyaşı, acı, hüzün ve kahrın sembolüdür. Gönül tası da duygu dünyamızı, maneviyatımızı, ruhumuzu ifade eder.
Maddi anlamda bedenimizden çıkan gözyaşımız, manevi derinliğimizin, gönül derinliğimizin bir sonucudur. Esareti kabul etmeyişimizin, esarete tahammül edemeyişimizin, özgürce yaşama irademizin ve hassasiyetimizin bir ifadesidir. Esareti hazmedecek ve kabul edecek bir gönül fukaralığına sahip olsak, göl olacak kadar gözyaşı dökmeyiz. Türk’ün özgürlük ruhu böylesine zarif bir imgeyle dile getiriliyor.
”Her sabah kuşların uyanmasına / Her köyün bağrında bir pınar üşür”: “Kuş” ve “pınar” simgeleri neşeyi, coşkuyu, mutluluğu ifade ederler. İkisi de cıvıl cıvıl, şırıl şırıl neşe ve coşku sesini verirler. Fakat Türkistan Türklüğü esaret altında olduğundan bu iki neşe sesi de hüzün ve kahır sesi olarak algılanır. Zira kişi nasıl bir ruh haline sahipse tabiatı, çevreyi de ona göre algılar. Mutlu insan etrafını da mutlu, güzel, hoş olarak algılar. Mutsuzsa her ses ona ağlama ve inleme sesi gibi gelir.
Türkistan Türklüğünün Ruslar tarafından Dayatılan Kültür Emperyalizmine Tepkisi: Şair, Rusların Türkistan Türklüğünün Türk töresini yok etmeye çalışmasına büyük bir tepki duyar. Bu şiirde şair, hem doğacıl, hem hikemî, hem mistik, hem ideolojik, hem de öğretici düşünceyi bir arada iç içe başarılı bir şekilde vermiştir.
“Yaylalar dermiş ki: Töremiz nerde!” mısraında olduğu gibi Türkistan Türklüğünün kendi doğal ortamında, hür Türk vatanında, yaylasında, dağında, köyünde kendi millî kimlik değerlerine bağlı özgür yaşantısı, doğacıl bir duyarlıkla Rus zulmü altındaki güya “uygar”!” hayata tercih ediliyor.
Şair, şiirin tamamında kardeşlerimizin Rus zulmü altındaki mahzun halini hakîmane bir yaklaşımla, bilgece yorumluyor.
”Kara pas bağlamış ozan dilleri / Ayıya in olmuş Bozkurt illeri”: Burada “ozan” bütün ozanlarımızı, şairlerimizi, sanatçılarımızı, kültür ve bilim adamlarımızı temsil eden bir simgedir. Mecaz-ı mürsel sanatıyla parça söylenip bütün kastedilmiştir. Esaret altındaki Türkistan Türklüğünün aklının ve gönlünün sözcüsü olan bütün kültür, sanat, edebiyat ve bilim adamlarının hem dilleri hem gönülleri kara pas bağlamış, karamsarlık içinde umutsuzluk ve üzüntü içinde kalmışlardır. Eskisi gibi gürül gürül akan bilim, sanat, kültür eserleri görülmez olmuş.
Ayı Rusların, bozkurt da Türklerin millî sembolüdür. Bozkurt illeri olan Türkistan vatanını Rus ayıları işgal etmiştir. Bizim kültürümüzde ayı, hep olumsuz özellikleriyle anılır. “Ayı gibi” tabiri iriliği, hantallığı, zulmü, kötülüğü, haksızlığı, baskıyı karşılar. Türklere zulmeden Ruslar da bu özellikleriyle anılır.
Bozkurt ise Türk milletinin kişilik ve kimlik özelliklerine çok uygun özelliklere sahip Allah’ın mübarek bir yaratığıdır.
Göktürk Devleti’nin bayrağında bozkurt vardır. Başkurt Devleti’nin adı da “Başbuğ Kurt”tan gelir. Başkurtlar, eski zamanlarda sancaklarında kurt başı taşımışlardır. Bozkurt Atatürk, 1922 yılında Ankara Hükûmeti adına bastırdığı pula, bastırdığı ilk paralara (mesela 1927'de çıkarılan kâğıt paralara bakılabilir), Kahramanmaraş kalesindeki heykele bozkurt simgesini koydurmuştu.
Ankara’da Ulus’taki Atatürk heykelinde bozkurt vardır. Atatürk, CHP milletvekili Ratıp Tahir Burak’a “Ergenekondan Çıkış” tablosunu yaptırdı. Tekel, Bozkurt sigaraları çıkardı. Okullarda “Bozkurt Cumhuriyet Marşı” okutuldu. Atatürk, adalet bakanı Mahmut Esat’a “Bozkurt” soyadını verdi. 1924'te kurulan Türkiyat Enstitüsü’nde, İzcilik-Yavrukurt teşkilâtında, ilk yolcu gemimizin adında, Petrol Ofisinin armasında, Türk Ocağı’nın, MTTB'nin ambleminde, üniversite öğrencilerinin şapkalarında bozkurt figürü bir sembol olarak kullanılmıştır.
Nasıl Hz. Ali, Allah’ın arslanı ise Türk yiğitleri de Allah’ın bozkurdudur. Arslan da bozkurt da Allah’ın yarattığı mübarek hayvanlardır. Hz. Ali savaşlarda gösterdiği kahramanlıklardan dolayı "Esedullah: Allah'ın arslanı" nâmını almıştır. Arslanın cesaret, güç, kuvvet, yiğitlik, savaşçılık, heybet gibi özellikleri ile Hz. Ali’nin benzer özellikleri arasında nasıl bir ilişki kurulmuşsa ve bu durum, Müslümanlar arasında günah filan olarak görülmemişse, kahraman Türk tipinin de benzer özelliklerinden hareketle bozkurda benzetilmesinin İslam açısından ters bir durumu yoktur.
Her hayvanın kendine göre, kendi sesi ve tavrıyla özel olarak Allah’ı zikri vardır. Mesela kediler, mırmırlarıyla “Ya Rahîm” diye zikrederler. Bozkurt da, başını göğe kaldırarak “Hûûûûûûûûûû!....” diye ulur. Bu “Hû” zamiri Arapçada “o”, yani “Allah” demektir. Dolayısıyla bozkurt da uluyarak aslında Allah’ı zikretmektedir. Bazı İslamcı görünümlü ibişler bozkurt ülkücüleri alaya almak ve hakaret etmek için “köpekçiler”, “köpek gibi uluyorlar” derlerdi. Bozkurdun köpekle bir ilişkisinin olmadığı bir yana, bozkurdun “Hûûûûûû!..” diye zikretmesini alaya alıyorlardı ki günaha girdiklerinin farkında değillerdi.
Simgesel olarak bozkurdun başını göğe kaldırarak “Hû” diye uluması ya da zikretmesi ile İslam öncesi Türklerin tanrıyı göklerde araması ve Göktanrı dini arasında bir paralellik vardır. Her kavme bir peygamber geldiği gibi bize de vaktiyle Göktanrı dini gelmişti. Türk’ün bozkurdu sembol olarak seçmesinin böyle bir ilgisi de olabilir.
Türkler, Müslüman olduktan sonra bozkurdu tanrı olarak değil, sadece millî bir sembol olarak görmüşlerdir. Bugün de öyle algılanmaktadır. Türkler, bozkurdun bazı fıtrî özellikleri ile kendi millî özellikleri arasında benzerlikler görmüşlerdir. Türklerin sembolü kangal köpeği değil, gök yeleli bozkurttur. Bunları karşılaştırmalı olarak açıklayalım:
*Bozkurt, hürriyet ve istiklâl, köpek ise esaret ve kölelik sembolüdür. Bu ikisi arasında büyük farklılıklar vardır. Bozkurt asaletini köpek sefaletiyle mukayese ederek daha iyi anlayabiliriz. Bazı Türk düşmanları, bozkurdu millî bir sembol olarak benimsemiş olan Türkleri “köpekçi” olmakla suçlarlar ve bozkurt asaletinde olan Türklere “havlama!” derler. Aslında havlayan sefil köpektir. Ulu bozkurt ise ulur.
Köpek, efendisinin menfaatlerini korumak için ya da efendisinin avını yakalamak için havlar. Yani havlaması kendi menfaatine değil; efendisi adınadır. Bozkurt ise kendi özgürlüğünün ve bağımsızlığının bir dışavurumu olarak ulur. Köpek tıynetinde sefil adamlar, efendileri olan Rusya, Çin, Amerika, Avrupa Birliği, Ermenistan ve İsrail adına, onların menfaatine havlayanın kendileri olduğunu unutarak, suç bastırarak ya da eziklik duygusunun verdiği rahatsızlıkla asil Türk’e “havlama!” derler.
Aynı ruh hâlini, “Türklerin millî sembolü bozkurt değil, kangal köpeğidir” diyenlerde de görürüz. Mesela ben, böyle bir sözü Türk vatandaşlığından çıkıp Amerika vatandaşı olmuş ve 30 yıldır Amerika’da yaşayan, Türkiye’ye hiç gelmeyen birisinden duymuştum. Bu kişinin ve onun gibilerin Amerika ve Avrupa Birliğine nasıl köpeklik yaptığına iyi dikkat etmeli.
Bozkurt, köpek gibi kendisine sahip ve efendi edinmez. Sahibinin kulu kölesi, emir eri olmaz. Kendisine kemik atan efendisine sırnaşmaz, yaltaklanmaz. Köpek, efendisiz duramaz. Bütün ömrünü kendisine sahip çıkan bir efendinin emirleri dışına çıkmamayı hayatının amacı bilir. Efendisi ne derse onu yapmayı hayatının biricik amacı olarak görür. Efendisi boynuna tasma takar, nereye çekerse oraya gider. Efendisi köpeği kendisine iyice bağladıktan sonra tasma takmasına gerek yoktur. Artık boynunda gönüllü bağılılık ve teslimiyet anlamında manevi bir tasma vardır. Köpek artık hep efendisinin etrafında kuyruk sallar, ne emir verse de onu yapsam diye sırnaşır durur.
Bozkurt ise kendisine efendi kabul etmez. Sokaklarda boynuna tasma takılıp gezdirilen, efendisine kuyruk sallayan bir bozkurt görülmemiştir. Bozkurt, engin dağların ve ovaların hür efendisidir. Uçsuz bucaksız özgür tabiat ortamında kendi efendiliği ile yaşar. Kendime bir efendi bulsam da onun emirlerini yerine getirmek için canla başla koşsam diye düşünmez.
Avrupa ülkelerinde pek çok insanın sokaklarda boyunlarına tasma takılmış köpekler gezdirdikleri görülür. Ben Londra’ya ilk gittiğimde çok şaşırmış ve yadırgamıştım. Hemen hemen her İngiliz, sokakta elinde köpekle dolaşıyor. Sonra düşündüm ve anladım ki gâvur, emperyalist bir ruh taşır, başkalarını köpek gibi emrinde tutmayı sever.
Başkalarının yuları, ipi elinde olsun ister. İp puştun eline geçince de ne olduğunu ve olacağını uzun zamanlardır yaşayarak görüyoruz zaten. Gâvur, efendilik, sahiplik duygusunu tatmin etmek için elinde köpek gezdirir. Bu gâvurun ruh hâlinin dışa yansımasıdır. Kendi dışındaki milletleri de emrinde gezen köpekler sürüsü olarak görür ve görmek ister. Gâvurun köpek sevgisinin altında dünyaya hâkim olma, diğer milletleri köpek gibi köle olarak, emir eri olarak kullanma ve sömürme niyeti gizlidir.
Türk milleti, asıl fıtratını koruduğu müddetçe gerçekte bozkurt tabiatında soylu bir millettir. Ama bir kısım Türklerin fıtratı bozulup asil Türk kimliği ve ruhu yok olunca köleleşmeye başlar.
Kendisine Rustan, Çinliden, Yunanlıdan, İngilizden, Fransızdan, Amerikalıdan, şundan bundan efendi aramaya başlar. Çünkü efendi olmayı unutmuştur. Çünkü efendilik bilinci yok edilmiştir. Avrupa Birliği veya Amerika veya Rusya veya Çin fark etmez genişletilebilir. Bunlar emirler verse de ben de zevkle o emirleri yerine getirmeye çalışsam ve aferin alsam diye dolanır durur.
*Köpekler okşanmaktan hoşlanırlar. Efendileri tarafından beğenilmeyi, sevilmeyi, aferin denilmesini kendileri için övünç kaynağı sayarlar. Bozkurtlar ise kimsenin gelip kendilerini okşamalarına izin vermezler, kimseye kuyruk sallamazlar, kimseye bağlı olmazlar, kimseden aferin beklentisi içinde değillerdir. Emir almaz, başkasının emirlerine, buyruklarına, talimatlarına göre hareket etmezler. Hiçbir emperyalist şeytan avcı, git şu masum avı bul getir diyemez, çünkü bozkurt, böyle bir köpekliğe yanaşmaz.
Bozkurt, ne yapacağına kendisi karar verir ve kendi başına yapar. Bu bakımdan bağımsız ve özgürdür. Şerefini ve asaletini kimseye satmaz.
*Bozkurt yuvasından, yurdundan ayrılmaz, vatanına bağlıdır, yurdunu yabancılara, düşmanlara teslim etmez, yurt, vatan bilinci vardır. Bozkurt, bir kafese, odaya, kapalı, sınırlı bir mekâna hapsedilemez. Özgürdür. Kendi mekânını, vatanını, yurdunu kendisi seçer. İstediği yerde dolaşır, istediği yeri yurt edinir. Avlanarak kapalı bir mekâna hapsedilip esir edilirse de bu esaretten kurtuluncaya kadar mücadele eder.
Köpeğin ise kendisine ait bir yurdu yoktur. Sahibi, efendisi nereye götürürse, kendisine hangi kümesi ya da kulübeciği münasip görürse oraya tıkılmayı yadırgamaz. Efendisinin geniş çiftliği içinde, kıyıda köşede, kapı önünde küçücük bir kulübecik, köpek için yeter de artar bile. O küçücük kulübeciğinde efendisinin çiftliğini beklemek, en büyük işi olur. Hayatta var oluşunu bekçilikle gerçekleştirmeye çalışır.
Türk, bozkurt asaletinden sıyrılıp mankurt sefaletine düşerse, önceden kendisinin olan geniş ve özgür çiftliğini, vatanını kendi eliyle gâvur efendisine teslim eder. Efendisi de ona kendi vatanında küçücük bir barınak verir ve ondan sonra oranın bekçisi ve hizmetçisi olarak kullanır. Türk, bu duruma düşmemelidir.
*Sirklere bakın, hiçbirinde bozkurt göremezsiniz. Maymundan file, kediden arslana kadar pek çok hayvan eğitilir, yönlendirilir, emirle hareket eder, güdülür, gülünç hâle sokularak maskara edilir ve insanları eğlendirmek için kullanılır. Ama hiçbir sirkte bozkurt yoktur. Çünkü bozkurdu hiçbir insan, sirk maymunu hâline dönüştüremez. Kimse onu talimatlarla yönlendiremez. Kimse onu eğlencelik zavallı bir yaratık hâline dönüştüremez. Kimse onu efendisi çok para kazansın diye yeteneklerini, gücünü, doğuştan getirdiği zenginliklerini, güzelliklerini, imkân ve şartlarını sömüremez.
Türk, bozkurt asaletinden sıyrılıp da mankurt sefaletine düşüp, gâvurun sirk maymunu hâline gelmemelidir.
*Bozkurt, hımbıl, sünepe, hantal bir hayvan değildir. Çabuk büyür, çeviktir, uyanıktır, dakiktir, tedbirlidir, ataktır. Bozkurt asaletinde olan Türk, gâvurun şeytanca oyunları, alavere dalavereleri, propagandaları, kokuşmuş kültürel unsurları, yaşama ve eğlence biçimleri ile, uyuşturucusu, sineması, romanı, müziği, interneti, bilmem neyiyle hantallaştırılıp mankurt bir sünepeye dönüşmemelidir.
*Bozkurt, kendisini ayartmak isteyen yabancı seslere, tatlı dillere, yumuşak ipeklere, yaltaklanmalara, yalancı sözlere, seslere kanmaz, aldanmaz. O sadece kendi cinsinden, milletinden olan başka bozkurtların sesine gelir. Sadece kendisi gibi bir bozkurt ulursa ona cevap verir, onun yanına gider, onunla birlik olur. Çakal ulumasına, köpek havlamasına, kedi miyavlamasına, maymun vıyıklamasına, eşek anırmasına gitmez, yüz vermez; o seslere aldanıp avlanmaz, onlara kanıp esarete düşmez. Bozkurt asaleti böyle bir şeydir. Sadece kendi cinsinden, milletinden olana güvenir.
Bozkurt asaletinde olan Türk de Çinlinin yumuşak sözüne, Rus’un aldatıcı sesine, Amerikalının şeytanca vaadlerine, Avrupalının sinsice aldatıcı sözlerine kanmaz. Bu türlü yabancı emperyalist sözlerle, seslerle avlanıp kandırılamaz ve esir edilemez. Bozkurt asaletinde olan Türk, sadece kendi milletine güvenir, kendi cinsinden, kendi dininden olan insanlara inanır, onlarla iş tutar. Ancak bozkurt asaletini kaybedip mankurtlaşan Türk, emperyalistlerin ayartıcı seslerine, vaadlerine kanarak avlanır, avlanıyor.
*Bozkurtlar, önde giden liderlerinin ayak izlerine basarak ilerler. Disiplinlidirler. Liderlerine bağlıdırlar, liderlerinin etrafında onları korumak için tedbir alırlar. Liderlerini ölümüne korurlar, kendilerine başka lider aramazlar. Kişisel menfaat yerine grup menfaatini öne alırlar.
Köpekler ise disiplinsiz ve rastgele yürürler. Kendi başlarına hareket ederler. Liderlerine, atalarına sadakat diye bir şeyleri yoktur. Kim kendilerine daha çok kemik atarsa onun peşinden giderler yani liderlerini kolayca satarlar. Tamamen kişisel menfaatlerini düşünürler.
Bozkurt tıynetinde Türk, atalarına, liderlerine, önderlerine sadıktır. Onun ayak izine basarak yürür yani fikirlerine, hedeflerine bağlıdır. Türk milleti birliği ve bütünlüğü içinde disiplinli ve teşkilatlı olarak yaşamanın mutlak zaruri olduğuna inanır. Kişisel menfaat yerine millî menfaati esas alır. Kendisine kişisel menfaat vaad edenlere hemen kanıp onları lider edinmez.
*Köpek, leş etini, başka hayvanların avladığı etleri ya da insanların kendisine hizmet etsin diye verdiği etleri yer. Kendi başına avlanma becerisi pek yoktur. Bozkurt ise leş eti yemez. Kendi avını kendisi avlar, başka hayvanların avladığı av etini yemez. Bozkurt ihtiyacından fazlasını avlamaz.
Bozkurt asaletinde olan Türk de başkalarının artığı olan, pis, leş etlerle, yabancıların önüne attığı kokuşmuş menfaatlerle beslenmeyi kendisine züll sayar. Bozkurt Türk, kendi rızkını kendisi çıkarır, gâvurun eline, ağzına bakmaz. Rusya, Amerika, Çin ya da Avrupa Birliği vermezse aç kalırım korkusu taşımaz. Rızkını gâvurdan değil, Allah’tan bekler.
Türk, ya bozkurt asaletinde şerefli bir yolculuğa devam edecek ya da kangal köpeği mankurtluğu sefaletiyle sürüm sürüm sürünecektir. Türk, Rus’un, Çin’in, Amerika’nın, Avrupa’nın ya da bir başka emperyalistin kangal köpeği olarak mı kalacak, yoksa kendi hür vatanında, kendi bağımsız devletinde, kendi mavi semalarında yelesini dalgalandıran özgür bozkurt mu olacaktır? Türk bir tercih durumundadır. Türk, titreyip kendine dönerek, millî ve İslamî kimliğini hatırlayarak, Allah’ın fıtratına tevdi ettiği asaleti yeniden kuşanarak gâvurun boynuna taktığı bütün zillet tasmalarını söküp atarak, yeniden dünyanın efendisi olmak zorundadır. Yoksa yok.
*Köpeğin aşkı yoktur. Âşık olmayı bilmez. Aşk gibi ince, derin, zarif duyguları bilmez. Bozkurt ise aşkını ay ışığında ulur. Duygulu aşkını tek başına dağ başlarında derin bir hüzün içinde yaşar. Abdurrahim Karakoç, hem bozkurt hem Turan motifini “Kan Yazısı” adlı şiirinde de şöyle dile getirir:
“Bir bozkurt yüreği-yaralı, yarım
Ve kandan bir yazı “ölsem de hürüm”.
Haritada Kerkük, Türkistan, Kırım
Hasret durağında Turan yazısı” (Kan Yazısı, Ankara 1981, s.10)
Bütün Türk Boylarının Ortak Millet Adının Türk Olması
”Ulu Tanrısına açmış kolları / Kökü Türklük olan bir çınar üşür.”: Çınar, bütün Türklerin, Türk varlığının, Türk tarihinin, Turan coğrafyasının bir simgesidir. Türkistan Türklerinin esirliğine bütün dünya Türklüğü, Türk tarihi, Türk ruh ve şuuru üzülmektedir. Bütün Türkler, kardeşlerinin esaretten kurtulması için dua etmektedirler. Bu dua hem kavlîdir yani sözel duadır, hem de fiilîdir. Yani bütün Türkler, ne yapılması lazımsa onu yapmaya çalışan bir gayret içindedirler.
Türklerin Birlik ve Bütünlük Ülküsünün Turan Projesiyle Gerçekleşmesi
Abdurrahim Karakoç, Türklerin gelecekte mutlaka birleşeceğine, birlik ve bütünlüklerini sağlayacaklarına yani Turan Türk birliğini göreceklerine inanır ve bunun müjdesini verir:
“Kutsal seren sayıp Tanrıdağı’nı
Dikecek bozkurtlar Türk bayrağını.
Turan birliğinin altın çağını
Görecek sizsiniz, selam sizlere!” (Kan Yazısı, Ankara 1981, s.12)
Bir başka şiirinde de şöyle der:
“Türk birliği Kızılelma,
Bölenin kökü kurusun.
Vur yiğidim, gafil olma;
Yılanın kökü kurusun.” (Kan Yazısı, Ankara 1981, s.16)
Şair Turan heyecanını her daim diri tutar:
“Kırım, Kerkük, Kıbrıs, Türk Anadolu
Sel olup akmalı Turan’a doğru;
Yağmur yağmur yağsın Gençosmanoğlu,
Soylu destanların özü yürüsün;
Parolamız: Tanrı Türk’ü korusun” (Kan Yazısı, Ankara 1981, s.23)
“Adalet dallanır iman aşkında
Fakirlik, yoksulluk kalkar beş günde.
Turan ülkesinin ülkü köşkünde
Kalacağız, göreceksin, az kaldı.” (Kan Yazısı, Ankara 1981, s.64)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.