İmamı Azam Hz. Görüşü
Yumuşak huylu, mülayim, ilim sahibi olan, kanaat eden, sabır ve şükür eden kazanır. Gönül kazanmak varken gönül yıkmak imana uymaz. Kendisine yapılan kötülüklere karşı sabırlı olmalı. Kızmak ve öfke insanın aklını örter. Kötülükler her zaman öfkeden doğar. Olaylara soğukkanlı ve sabırlı olmak her zaman, kişinin dünya ve ahret hayatıyla toplum barışına katkı sağlar.
Dünya imtihanın başarısı; imanın tadı, güler yüz, tatlı dil ve güzel davranışıdır Güler yüzlü insanlar cömert ve veren el olan, hoşgörülü sevgiyle saygıyla olaylara, kanaat eden, daime pozitif bakan fitne ve fesaddan kaçınan ve Allah rızasını gözeten, yaptığı hizmetlerde mümin olma mutluluğunu tadan her şeye hikmet gözüyle bakan insanların güvenini ve sevgisini kazanandır. Verdiği insanlardan takdir veya maddi bir karşılık bekleyenin, ihlâsı zedelenir. Allahü teâlâ da ihlâssız kimseyi muvaffak etmez.
İmam-ı Azam Hz., Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslamiyet’i dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Lüzumsuz faydasız işlerle uğraşmazdı.
Harun Reşid, Ebu Yusuf'a Hazret-i İmamın ahlakını sordu. Ebu Yusuf şöyle anlattı: (Haramdan nefret eder, çok sakınırdı. Dinde bilmediği şeyi söylemezdi. Allahü teâlâya itaat ve ibadet etmeyi ve Ona isyan etmemeyi çok severdi. Dünyayı sevenlerden, dünyaya düşkün olanlardan uzak idi. Az konuşur, çok düşünürdü. Eğer bir soru sorulsa ve cevabını bilse, söyler ve daima doğruyu söylerdi. Eğer bunun dışında bir mesele olsa, hak üzere kıyas edip, ona tâbi olur, bunda dinini çok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hiç kimseye ihtiyacı yoktu, O yalnız Allahü teâlânın rahmetine kavuşmayı ve rızasını kazanmayı düşünürdü. Hiç kimseye tamah etmez.
Gıybet etmekten çok uzak idi. Bir kimseyi hayırdan, iyilikten başka şey ile anmazdı.)
Ticarette onu HZ.-i Ebu Bekir’e benzetirlerdi. Ticareti ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevazu ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allahü teâlâya hamd edin. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahü teâlânın ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddi bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcadığı kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma günü anasının, babasının ruhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır” buyurdu. Orada bin akçe vardı.
Talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücudunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadis-i şerifte, “Âlimlerin kanı zehirlidir” buyrulan âlimlere dahil miyim?” dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.
Görüşlerinden bazıları ise; Kur’an Allah’ın kelamıdır, vahiy köken itibariyle mahlûk değildir fakat Kur’an’ı telaffuz edişimiz ve onu yazışımız mahlûktur.
Allah Teâlâ, hayır ve şer dâhil, vuku bulacak her şeyi ezelî ilmiyle bilir. Bunlar levh-i mahfuzda da kayıtlıdır. Ancak Allah müminleri imana, kâfirleri de küfre zorlamaz. Herkese, fiillerini kendi iradeleriyle gerçekleştirme imkânı tanımıştır. Zira Allah, herkesin kaderini, kendi iradeleriyle gerçekleştirecekleri şekilde yazmıştır. Bundan dolayı kişi annesinden mümin veya kâfir olarak doğmaz; mümin iken kâfir, kâfir iken de mümin olabilir.
Fiillerini yapma gücü, fiilden önce değil, fiil anında kullara verilmiştir.
•Bütün peygamberlerin getirdiği dinlerin temel prensipleri tevhid esasına dayalı tek bir sistem oluşturmakla birlikte, şeriatları farklı olabilir. Allah’a inandığı hâlde, peygamberin nübüvvetini benimsemeyen kimse, Allah’a da iman etmemiş sayılır.
Amel, imandan bir cüz değildir. İman; bilgi, tasdik ve ikrar unsurlarından oluşur. Kişi, Allah’a, peygamberine ve ahrete iman ettiği için ilahî buyrukları yerine getirir. İman edilecek şeylerde artma veya eksilme olmaz.
•Günah işlemek, mümini imandan çıkarmaz. Çünkü Kur’an’da, zina eden ve adam öldürenlerden iman vasfı nefyedilmemiş, zerre miktarı hayır işleyenlere bunun karşılığının verileceği bildirilmiştir.
Abbasi hükümdarı Mansur, İmamı Azam Ebu Hanife’ye baş kadılık teklif etmiş ve fakat Ebu Hanife’nin cevabı şöyle olmuştur: “Allah’tan kork. Bu görevi kabul etsem bile size yaranmam mümkün değil. Sizin aleyhinize kararlar verebilirim. Bu durumda beni Fırat nehrinde boğmakla tehdit edersiniz. Boğulurum fakat kararımı geri almam. Senin etrafındaki insanlar, kendi arzu ve keyiflerine göre hüküm verecek birini istiyorlar. Vallahi buna da ben asla yanaşmam. Onun için bu görevi kabul etmeyeceğim.” Teklifi kabul etmeyen Ebu Hanife hapse atılmış, dövülmüş, eziyet ve işkenceler nedeniyle takatsiz kalan, sağlığı bozulan İmam Ebu Hanife; 150 yılının Şaban ayında (Eylül 767) Bağdat’ta vefat etmiştir. Ölmeden önce hep “Allah’ım beni kudretinle onların zulmünden ve fıskından (Doğru yoldan sapmak, isyan etmek, Allah'ın emir ve yasaklarına uymamak, günah ve suç işlemek) uzak kıl!” diyerek dua etmiş; “Beni gasp edilmemiş bir toprak parçasına gömün!” vasiyetinde bulunmuştur. Allah c.c. şefaatine bizleri nail eylesin.
Ruhuna bir Fatiha’yı eksik etmeyelim. Selam ve duayla.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.