KÖYDE KALAN MUTLULUK
KÖYDE KALAN MUTLULUK
Sular, seller akan bir köyümüz vardı. Çevresinde neler yetişmezdi ki! Zaman zaman gelen sel suları bendini yıkar, yatağından çıkar taşardı. Ne engeller aşardı da hep canı yanan köylüler olurdu. Gece ayın ışığında ”ay gördüm” oyunu, saklambaç oynardık. Her köşeden çocuk sesleri gelirdi. Traktörümüzün yeri belli olmasına rağmen akşama kadar pedal çevirip yorulduktan sonra bisikleti nereye koyduğumu unutur darın(güç) düşer, zor yetişirdim sofraya. Koyun sürüsünün karşılanışı da başka bir alemdi. Karşılayan kuzular, deli divane, karşılanan koyunlar, akıl baştan çıkmış olmuş virane. Ya sığır sürüsünün tozu dumana katarak dağılışı… Ya eşeklerin anırması, atların kişnemesi… Dünya o kadar geniş,hayat o kadar tatlıydı ki sormayın gitsin. Bu gün bu farklılıkları görmek için çocuklar ya hayvanat bahçesine, dev akvaryuma veya internet sitesine gidiyorlar. O zaman hepsi gözümüzün önünde, hepsi canlı, yaşadığımız köy bir büyük akvaryuma benzer, hepsi gerçekti. Şimdi evet şimdi beton yığınından başka ne var ki! Sokaklarımız hem oyun oynamaya hem de geliş-gidişe gayet elverişli olmasına rağmen bir zaman sonra bazı haset insanlar yüzünden dar geldi. Sel sularının oyduğu yollar bazen geçit vermeyecek kadar çukurlara dönüşürdü. Ama biz çocuklara mutlaka oyun oynayacak bir harman yeri bir kuyu başı, değirmenin önü veya tütünlük vardı. Traktörlerle deplasmana giderdik. Sanki bin atlı akınlardan dönen kahramanların edası vardı dönüşümüzde. Buraların bozulmasına kimse razı olmazdı. Çünkü aynı zamanda harman yeri hasat yeriydi. Hasat yerinin haset yerine dönüşmesine kimse razı olmasa da çok çıkanla az çıkanın ne kadar hoşgörülü oldukları hakkına razı oldukları hususunda, az çok tahmin edilirdi.
Sürülerce koyuna, parça bölük kuzular, sürüsüne bereket sığıra, onun kadar kalabalık dana-buzağı sürülerine yeten köyümün güzelliği… Sürmencik’teki tarlalarımıza boyumuz kadar olan şahman buğday biçmeye giderdik tırpanla. İçeceğimiz koladan da serin ve tatlı kesekli ayrandı. Zapt edilemeyen ırmaktan, boğazdan geçerken ne kadar zorlanırdık. Suların çekilip, ırmağın kurduğu yaz aylarında balık tutmak da ne hoş bir eğlenceydi. Şimdi o içi balık dolu, kurbağa yılan dolu, ırmaklar kurudu. İçi boş mezarlara dönüştü. Koyun kuzu yayılıyor o deli akan, etrafını yıkan ırmakların yatağında. Köyde birisi bizim olmak üzere birkaç traktör sesinden başka motorlu araç sesi yoktu. Hep çocuk, kuş ve diğer hayvan sesleriydi ufkumuzu şenlendiren. Karadağ’dan sabah güneşini seyrederken işe başlama, imece giden insanların toplanma zamanının geldiğini buradan tespit ederdik.
Yarım kayanın ufalanıp çeyrek kaya kalması o cennetten bir köşe olan boğazın kocaman kaya parçalarıyla dolması hep şikayet ettiğimiz kargaların yok olması bir tehlikenin işaretiydi. Lakin köylü aldığı istimlak parasıyla mutlu, gençler ihtiyaçlarının karşılanmasıyla şen, köyüm mahzundu. Çünkü hatıraları olan kocaman bir toprak parçası suyun altında kalmıştı. Yani bedenden kopan parçanın en değerli parça olduğunu geç anladık. Eskilerin” kan değer” dedikleri yer suyla beraber görünmez oldu. Kıymetini bilemediğimiz bu yerin hatırına bizim köye ceza olarak domuz sürüleri verildi.
Sokakları geniş, yolları tenha, meydanları asude bir mekandan şehre okumaya gittik. Sokakları dar, kimse kimseyi tanımaz, yardımlaşma katiyen yok, cadde denilen geniş yollarda araçlar duman çıkararak havayı kirletse de ilginç icatlardı. Eve giderken yolumuzun üzerindeki İmren fırınından gelen ekşi maya kokusuyla beraber sıcak ekmek dumanı iştahımızı açardı. Mahallede bir çeşme vardı. Mahalle çeşmesi…Bekir Kadı çeşmesi…Her susayışımızda adeta köydeki gibi ağzımızı dayayarak kana kana içer, bir ”oh bee” çekerdik. Şimdi ne o tek katlı evler kaldı, ne de cadde üzerindeki İmren fırını. Zaten ekşi mayanın yerini fabrikasyon kuru maya alalı mayalara da bir hal oldu. Mayalar bozuldu, hamurlar, ekmekler bozuldu. Bunca bozguna şehir nasıl dayansın? O da rantçıların iştahına mani olamayarak yok oldu. Ne çeşmesi, ne sokak aralarında öbek öbek toplanmış mahalle kadınları, mahalle meclisi, ne mahallenin tabii bekçileri bıçkın gençler kaldı.
Biz şanslıymışız. Bisikleti istediğimiz yere atar, topu bir tekmeyle nereye gidersen git dercesine savururken şimdi çocukların on beşinci kata bisiklet çıkarmaları yine oradan aşağı indirmeleri bir eziyet bisiklet zevkine vurulmuş zalim engel… Bazen çocukları görüp ”bisiklete binme işkencesinden ne zaman kurtulurlar” diyesim geliyor ancak bu spordan da mahrum kalmamaları için yutkunuyorum. O devasa büyüklükteki plazalarda yaşayan çocukların hakkı değil mi toprakla temas etmek? Bu plazalarda bir de uzun süreli elektrik kesintisi ve jeneratör için mazot bulunmadığını düşünün neye yarar o lüks o saltanat? “Otoyola beş dakika, köprüye on dakika” diye reklamı verilen yerlerde kurulan bin iki bin kişilik sitedekilerin her aileden en az iki kişinin arabası var. Bunlar hep birlikte çıkınca yola on dakika neye yarar beş dakikaların ne önemi var. Şehrin kalabalığından gürültüsünden kaçanların mahkum olduğu araba kalabalığı ve yolda çekilen çile hesap edilmiş midir? Ayrıca reklamı yapılan sitelerde en başta eğlence mekanlarının varlığı dikkati çekmektedir. Hiç birinde üç yüz veya beş yüz kişilik kütüphanesi var” lafını işiten olmamıştır. Zaten oraya talip olanların okumaya ihtiyaçları da yok ki. Onlar siyasetçi tanıdıkları vasıtasıyla vurgunu vurmakta, çok kazanmaktadırlar.
Şimdi herkesin olmak için can attığı, hiç düşünmeden yola çıktığı başkent Ankara…Torunuma acıyorum. Çocuk bisiklete binemeden onu indirip çıkarmakla zaten kan ter içinde kalıp bisiklet sürmüş kadar yoruluyor. Bizim gibi yeşil sahada top oynama alanları, bisiklet yarışı hatta eşek yarışı yapılan tozlu topraklı yollar yok artık. Gökleri delercesine uzanan beton yığınlarının arasında sıkışmış, büzüşmüş, hareket alanı daralmış bir çocukluk yaşamakta şimdiki gençler. Ey insan yaptığın ve gururlandığın o devasa yapıların arasında yokluğa mahkum oluşun ne kadar da ibretlik bir iş. Binalar sana “bunca devasa binayı yaptın şimdi onların arasında küçücük kalışını seyret” dercesine sana mağrur ve tepeden bakıyorlar. Ya topu seker de lüks plazadaki ceberut herifin camına isabet ederse, ya o kendini beğenmiş madde tutkunu adamın kendisinden değerli arabasına isabet ederse, ya sığırcık çığlıkları gibi uğultulardan rahatsız olursa bu zamane delisi adam….Zaten TOKİ denilen rant hastası da eski evleri, tarihi yapıları yıkıp yerine camdan kuleler diktiğinden beri şehrin kimyası bozuldu. Şehrin ruhu söküldü. Şimdi ruhsuz, kimliksiz ve kişiliksiz şehirlerde yaşamaya mecburuz. Orada yaşayanlar da zamanla o şehir gibi kimliksiz dolaşmaya başlıyorlar. Çünkü etraftan ne kadar kaçak varsa doldurdular bu devasa binalara. Şimdi adamların en belirgin özelliği falan marka İtalyan ayakkabı giymek, filan İspanyol markasından elbiseler almak, şu marka Fransız parfüm kullanmak veya şu meşhur eğlence yerinin müdavimi olmak, bu spor kulübünü tutmak…İşte zamane insanının kimliği bu.Nerede kaldı hayırsever adamlar,nerede kaldı iyilik meleği kadınlar, nerede kaldı bunların kültür abidesi çocukları? Hani Mevlana’nın söylediği gibi “nice elbiseler gördüm içinde adam yoktu, nice adamlar gördüm üstünde elbiseler yoktu” der ya işte öyle. Elbisesi kendinden değeli, ayakkabısı, evi, arabası olan dünyasında, bütün varından değerli olmayan insanların yaşadığı bir zaman. Ne kötü, ne insafsız bir zaman…
Dağların tepelerine kadar yapılan evler.. Burada nasıl top oynanır? Burada nasıl ”ay gördüm” oynanır. Oyun oynayamayan genç enerjisini boşaltamayan adam ne yapacak, neyle teselli bulacak. Yollar, geçit vermeyen marka marka arabalar, battı çıktılı geniş yollara sığmayan renk renk model model canı pahasına, birilerine hava atmak için, alınan araçlarla dolu. Eskiden “sigaramın dumanı yoktur yarin imanı” şarkısını söylerdi Müzeyyen Senar. Şimdi arabaların dumanından zehirlenen, astım veya solunum yolu hastası olan gencecik insanlar… Dün bisikletimizi dahi yorulduğumuz yerde bırakıp su içmeye koştuğumuz yerlerde, şimdi arabasını, canından kıymetli arabasını park edecek yer arayan biçare havalı ve kibir abidesi adamaların yaşadığı mekanlar… Onlara yer ayarlayan başında beyaz şapkası, kimsenin onun konuştuğundan bir kelime dahi anlamadığı acayip konuşmalı insanlardan yardım bekleyenler. Bir köylümüzün traktör ehliyeti almak üzere sınava girip ilk soru olan ”trafik nedir?” sorusuna verdiği cevap ”beyaz (ağ) şapkalılara trafik denir” cevabı tebessüm ettirirken onun samimiyetinin ifadesidir. Şimdi ilkokul çocuğu dahi onun trafik değil trafik polisi olduğunu bilir, mahalleye yapılan bilmeme kaçıncı baskını seyrederek en içeriye hapsolur, korkulu gözlerle adeta bir korku filmi, dehşet sahneleri seyredercesine olacakları seyretmektedir.
Şehirlerin orta yerinde devasa özellikteki alış-veriş merkezlerine gelince… Şehirdeki eskinin çarşı-Pazar gezmelerini sonlandırmış artık alış-veriş merkezi gezmeleri başlamıştır. Şimdi eskinin çarşıları bedestenleri bomboştur. Çünkü oralara rağbet kalmamıştır. Ankara’da hem Eskişehir yolu hem de Konya Yolu’ndaki onlarca alış-veriş merkezi adeta şehirdeki Kızılay’daki kalabalığı sünger gibi sormuş Kızılay meydanı bom boş kalmıştır. Artık Kızılay bir buluşma randevulaşma yeri olmuştur. Burada buluşan gençler etraftaki alış-veriş merkezlerine koşuşmaktadırlar. Kızılay’da ancak cebinde yirmi lirası olan üniversiteli gençler dolaşır olmuşlardır. Burada kaybeden hem esnaf, hem şehirdir. Tanıdık dükkancı da kalmamıştır böylece. Paranız varsa alırsınız. Eskinin paran çıkmıyorsa kalanı haftaya ver” sözü yok olmuştur.
Şehirlerin tarihi dokusunu rant uğruna bozmayalım. Onlar şehrin kimliği, onlar yaşanan yerin “burası şu şehirdir” diye bilinen, geçmişte vurulan ve o mühürden tanınan yerdir. Eskileri mezardan çıkarsanız kaç tanesi yaşadığı şehri tanıyıp ”bu şehir benim şehrim, ne kadar da güzel olmuş” diye tanıyıp yapılanlara onay verir acaba? Hiç kimse tanımaz ve bu şehir benim şehrim olamaz. Benim şehrim asude bir cennet köşesiydi. Benim şehrimin sokaklarında insanların güven içerisinde dolaştığı, kendisinden, malından evladından emin olduğu, yaşamaktan zevk alınan, yaşayanların mutlu olduğu bizim diyarlardı. Kimler burayı modernleşmek uğruna rant yolunda, ”benim nasıl bir Deli Dumrul olduğumu bilsinler” mantığı ile yaptıkları katliamın kötülüğün farkında mıdırlar acaba? Şehirlerin kalbini söküp alamazsınız. Yoksa geriye ne eski ne yeni arada sıkışmış insanların yaşadığı mutsuz insanlar merkezi adında bir mekan kalacaktır.
Kırşehir’de, Çarşı Camii’nin yanında her pazartesi günü Çukurova’dan gelen aşıklar yazdıkları şiirleri satarlardı. Bir kağıdın iki yüzüne yazılan bu destan denilen şiirler bir megafonla halka duygulu bir ifade ile okunarak beğenmeye davet edilirdi. Halka olan halk da ayrılırken iki sayfa olan on kuruş, dört sayfa olanı yirmi beş kuruş olan bu destanlardan alırlardı. Konuları halkın rağbet ettiği konulardı. Ya bir gelin kaynana çekişmesinde canına kıyan gelinin hikayesi, ya sele kapılan koyun güden ihtiyarın acısı, veya yangında evleri yanan açıkta kalan çoluk-çocuk perişan insanların hali, yol kesen eşkıyanın katlettiği kalabalık bir ailenin hazin hikayesi.. gibi konuları işlerlerdi. Bunlardan alır köye döndüğümüz zaman köy odamızda okurdum. Birkaç defa tekrar ederdim. Çünkü okur-yazarlığı olmayanlar ezberleyip evde hanımına da okuyacaktı. Şimdi TV çıktı cep telefonu çıktı kim bakar destanın, aşığın-ozanın yazdıklarına. Kim dinler, o eskinin megafonla söylenenleri. Köy odamıza bir adam gelirdi. Köyün sığırtmacıydı. Çolak elini kulağına götürdü mü ne ağıtlar ne destanlar okur, ne hikayeler anlatırdı. Kaybolan kültür varlıklarımızdan buna benzer hangilerini saysak acaba? Şehirdeki hanların paralı olmasına rağmen köy odaları parasız, ikramlar karşılıksız muhabbet sınırsızdı. Dönülecek ne köy kaldı ne de köyün tadı-tuzu kaldı. Zaten bu saatte sonra varsanız da kabul eden, ancak sizi karşılayan baykuşlar ve virane olmuş evler. O evler ki ne emeklerle yapılmış, ne muhabbetle bakılmış ama birer birer yok olan sadece evler değil huzur dolu hayatlardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.