Allah ile olan randevumuzu unutmayalım!

Abdullatif Acar

Dünyevi meşguliyetlere dalıp, onun cazibesine kapılıp hırsla, öfkeyle kazanacağımızı zannettiğimiz birçok işin peşinden sürükleniyor asli görevimizi ve sorumluluğumuzu unutuyoruz çoğu zaman. Aman ha dikkatli olmalıyız!

Dünyevi menfaatler kalbe yerleşmiş,  İbadet ve itaatler angarya bir iş, tali bir meşguliyet görülürse,  “olursa da olur, olmasa da önemli değil” anlayışıyla yaklaşılıyorsa,  “Nasıl olsa Allah affeder” ümidiyle vasat çizgiden uzaklaşılıyorsa mutlaka kalbimizi yoklamamız gerekir.

Kayıp ettiğimizde üzüldüğümüz belki gözyaşı döktüğümüz dünya sadece bir gölgelik; biz insanlar burada birazcık dinlenip asıl yurdumuza gideceğiz.

Dünya gölge gibi asıl olanın peşinden sürüklenirken biz gölgeye hayran olup onu yakalamanın telaşını yaşıyoruz. Gölgenin değil asıl olanın hayranı olmalıyız ve onun için bir şeyler yapmanın gayreti içerisine girmeliyiz. Kararlarımızı bu minval üzere vermeliyiz.

Hiçbir insan dünyadan vefa görmemiş, onun dostluğuna şahit olmamıştır. Dünya oyun ve eğlenceden ibaret; herkese bir rol biçilmiş, rolünü oynarken insan asıl olan ebedi âlem hususunda unutkanlıklar yaşayabiliyor maalesef. İnancın bize bahşettiği hassasiyetler yıpranmış,  duygular iç dünyaya hapsedilmiş; farklı kural ve kriterler dünya menfaatinin terazisine konmuş, ölçü birimi yanlış tartıyor. İmanımız kalplere hapsedilmiş, ispat etmede zorlanıyoruz. Günahlar sıradan hal almış.

Peygamberimiz(s.a.v.), hissiyat sahibiyle duyarsız; facirle müminin karşılaştırmasını yaparak şöyle uyarıyor bizleri: “Mümin, günahları sanki dibine oturup ta üzerine düşeceğini sandığı bir dağ gibi görür, Facir ise günahlarını burnuna konan bir sinek gibi görür.” (Tirmizi, Kıyame,49)

Kâinatın Efendisi bu hususta ki değişmez ve yanılmaz ölçüyü de koyuyor ve buyuruyor ki: “Seni iyi amellerin sevindirir, kötü amellerin üzerse sen müminsin.” (Ahmet)

Peygamberimiz(s.a.v.)’in “ Benim Ashabın gökteki yıldızlar gibidir,  hangisine tabi olsanız kurtuluşa erersiniz” dediği, asrısaadetin mimarları sahabeler bir vakit namazı cemaatle kılamadıkları zaman günlerce matem tutar, diğer sahabeler onu teskin etmek için taziyeye gider gibi gider, teselli ederlerdi.   Savaşta dahi terkine izin verilmemiş olan namazı hangi kavga ve mücadeleye kurban ediyoruz acaba?

Hiç kimseye beddua etmemiş Peygamberin savaş esnasında bir vakit namazı geciktirmesi nedeniyle bedduaya başvurmasından ne anlıyoruz?

En sevdiği hurma bahçesi yüzünden bir vakit namazı geçirdiğinde o bahçeyi sadaka veren sahabe neyin bedelini öderken biz hangi bedeli ödeyerek namazı geçirmeyi düşünüyoruz. 

O namaz ki:

Peygamberimizin gözümün nuru dediği,

Ferahlama vesilesi olan,

Müminin miracı,

Saadetin anahtarı,

Kalbin ilacı

Ruhun gıdası

Dinin direği namaz…

Dünya ve içindekilerden çok daha hayırlı olan namaz…

Evet, namaz Allah’la buluşma vakti, ezan ise randevu saatidir.

Öyleyse randevu defterine her gün beş vakit namazı en başta yazmalı ve diğer ibadetlere bütün dünyevi meşguliyetlerden daha fazla öncelik vermeli değil miyiz?

Eski insanlarımızın buluşma yerleri hep camilerdi.  “Falanca camide buluşalım, ikindiden önce, öğleden sonra, yatsı namazından yarım saat sonra o işi halledelim” diye her randevuyu Allah’la olan randevuya göre ayarlarlardı.

Dünyaya da çalışmalı elbette ki. Sözlerimiz yanlış anlaşılmasın. Allah tembel-tembel oturmayı asla sevmez. Bu farkı konu olduğundan burada detaylı bir şekilde değinmeyeceğiz.  Lakin dünya için çalışırken o dünyanın kulu kölesi olarak değil, dünyanın altında ezilircesine hiç değil, dünya kadar sorunlarla boğuşmak için de değil, dünyayı ahretin tarlası olarak bilip çalışmalı.

Allah kayıp edenlerden değil kazananlardan eylesin.(Amin)

Selam ve dua ile…