Ankara Ankara güzel Ankara
Seni görmek ister her bahtı kara
Senden yardım umar her düşen dara
Yetersin onlara güzel Ankara
……………
Güzel Ankara’mın güzel insanları merhaba; Güzide Ankara’mı, ülkemin başkentini eminim bugüne kadar birçok kişi, birçok kez anlatmıştır. Bu güzel şehrimi bir de benden dinlemeye ne dersiniz?
Bendeniz aslen Kırşehirli olmakla birlikte, ömrümün büyük çoğunluğunun bu nadide şehirde geçmesi hasebiyle aynı zamanda Ankaralı olduğumu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Şimdi ben sizlere Ankara’nın hayatının yanı sıra yer yer kendi hayatımı da anlattığım, ortaya karışık naçizane bir yazı yazayım dedim… Haydi başlayalım öyleyse…
Ankara’nın kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte yapılan araştırmalar bölgedeki yerleşmelerin insanlık tarihi kadar eski olduğunu, bölgenin birçok medeniyete beşiklik ettiğini ortaya koymaktadır. Belgelere dayanmamakla birlikte ilk adının Galatlar tarafından ‘Ankyra’ olarak verildiği ve zamanımıza kadar ‘Angora’-‘Engürü’ ve ‘Ankara’ şeklinde değişime uğradığı bilinmektedir.
Tarihi, Hitit devrine kadar takip edilebilen Ankara, daha sonra sırasıyla Frigyalılar, Kimmerler, Persler, Lidyalılar, Makedonyalılar, Galatlar, Romalılar ve Selçukluların hakimiyetinde kalmıştır.
1354 yılında Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılan Ankara, 1902 yılında beş sancak, yirmi bir kazayı kapsamakta iken 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile sancaklar kaldırılmış, Ankara’ya bağlı olan Kayseri, Yozgat, Kırşehir ve Çorum Sancaklarına da ‘İl’ statüsü verilmiştir.
Bakınınız sevgili dostlar; memleketim Kırşehir o yıllarda bile sancak olarak Ankara’ya bağlanmış, tıpkı benim şimdi bağlandığım gibi. Kaderimiz ağlarını o zamandan örmeye başlamış mı desem acaba?
Söz bendenizden açılmışken buyurun bakalım: Yıl 1986 Şubat ayındayız… İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndan, Ankara’da bulunan ablamın adresine bir Kamu Kurumu’nda sınav olduğuna dair mektup gelir. Ben ümitsizce Kırşehir’den kalkıp Ankara’ya gelerek o sınava girmiş ve kazanmıştım.
Hani “Söz vaktinde açılır” derler ya… Ve 1986 Mart ayında bavulumu toplamış, daha doğrusu rahmetli babamın deyimiyle çeyiz sandığımı hazırlayarak, Ankara’ya doğru yol almıştım.
Ve böylelikle 03 Mart 1986 tarihinde Ankara’daki memuriyet hayatımın ilk mesaisi başlamıştı. O günden bu güne kadar Ankara ile birbirimize daha çok anlatacak şeylerimizin olacağını biliyordum.
İşte böyle dostlar, o zamandan bu zamana, yani otuz üç yıldır Ankara’nın benden çektiğini bir Allah, bir de Ankara bilir diyebilirim… Acısıyla, tatlısıyla geçen çeyrek asırdan fazla bir zaman dilimi ve adeta etle tırnak gibi olan muhteşem Ankara ve ben… Hem meşakkatli, bir o kadar da keyifli yıllardı o yıllar… Tabi serde gençlik de vardı. Her türlü zorluk vız geliyordu insana… Ha gençlik dedim de, bu arada ben de Ankara’ya gençliğimi, gencecik yıllarımı vermiş oluyordum bir nevi aslına bakarsanız…
İlk işyerime Geçici İşçi olarak başlamıştım. Bir yıl sonra başka bir Kamu Kurumunun açtığı sınavı kazanacak ve oradan ayrılacaktım. Böyle de oldu… Ta ki dokuz yıl sonra bu Kurumun da özelleşmesine kadar sürdü buradaki çalışmışlığım. İşte böyle Ankara kazan ben kepçe misali dönüp durdum bu kocaman şehrin içinde…
Bu arada Ankara’da evim yoktu. Bir yandan da yedincisi kendi evim olmak üzere altı defa ev değiştirdiğim için hakikaten de onunla kazan-kepçe misali olmuştuk… Şimdi de “Benim Ankara’dan çektiğimi bir ben bir de Allah bilir” deme sırası bana gelmişti sanırım. Böylelikle bir nevi ödeşmiş oluyorduk… Ta ki birbirimize yeniden borçlanana kadar, bu durum kısır döngü gibi sürüp gidiyordu… Biliyor musunuz; ben bu çekişmelerimizi zaman zaman iki kardeş arasındaki çekişmeye benzettiğim olmuştur…
Velhasıl gerçekten de zaman içinde Ankara ile et ile tırnak gibi olmuştuk. Benim için her şeyden önemlisi iki tane oğlum bu güzide şehirde dünyaya gözlerini açmıştı, daha ne isterdim ki… Böylece ben ona iki hayat daha borçlanmıştım. İleriki yıllarda oğullarım Üniversiteyi de Ankara’da okuyacakları için ona yine yeniden borçlanacaktım. Laf aramızda benim Ankara’ya olan borcum daha fazla idi…
Aramızdaki bu alacak-verecek meselesi ne zaman bitecek ben de bilmiyordum doğrusu. Sanırım bu borç defteri benim en sonunda Karşıyaka’ya taşınmamla kapanacak gibi görünüyordu. Yani hayırlısıyla ve huzur içinde Ankara’nın bağrında yattığımda… Öyle görünüyor ki; Ankara’dan yavaş yavaş helallik istemeye başlasam iyi olacak sanırım. Her şeye hazırlıklı olmakta fayda vardır…
Neyse efendim biz yine bu dünyaya dönelim isterseniz. Böylelikle; Ankara ile aramızdaki sevgi bağları gün geçtikçe güçlenerek büyüyordu. Kısaca bu duruma diyebilirim ki; Ankara benim hem ekmek teknem, hem de yaşam pınarım ve oksijenimdi…
Ankara’nın en çok sevdiğim bir yanı da memleketime çok yakın oluşu idi… Bu avantajından dolayı çok sık gitmesem de istediğim zaman rahatlıkla memleketime gidip geliyordum. Ayrıca şehir içi ulaşımı, Memur ve öğrenci kenti oluşundan mıdır bilinmez ama başka büyük şehirlere nazaran çok rahatlık ve kolaylık arz ediyordu.
Bakın sevgili Ankara’m, “Beni ne zaman anlatmaya başlayacaksın” diye huzursuzlanmaya başladı bile… Onu fazla kızdırmadan, şimdi bu şehrimizin nasıl başkent olduğunu anlatayım isterseniz:
Şehrin her yanının antik ve tarihi eserleri ve heybetli kalesinin yanı sıra külliye, türbe ve camiler ile bezeli oluşu ona ayrıcalık katmaya devam ediyordu esasında.
Bu arada; Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara merkez üs olarak seçildi. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldı. Ve Ankara 13 Ekim 1923’te Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından coğrafi, stratejik, siyasi ve Kurtuluş Savaşındaki merkez üs özellikleri nedeniyle başkent ilan edilmiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra, giderek büyümüş, yepyeni, büyük ve modern bir görünüm kazanmıştır.
O günlerde Avrupa’dan şehir mimarları getirilerek bugünkü modern Ankara’nın temelleri atıldı. Diğer yandan, kamu yönetiminin başlıca kurumları kentte örgütlenmeye başlamıştır. Çehresinin günden güne değişmesiyle birlikte nüfusu da her geçen gün artmaktaydı. Nüfus artışının birincil sebepleri arasında iş imkanının daha fazla oluşunu saymak mümkündür. Genç nesil akın akın Ankara’ya geliyordu. İşte bunlardan birisi de bendim…
Şimdi, Ankara ile aramızda geçen bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Sene 1974… Ablam Ankara’ya gelin gelmişti. Rahmetli Babacığım, her yıl olmasa da, bazı yaz tatillerinde ablamı da görme bahanesiyle bizi Ankara’ya getirir ve gezdirirdi.
İlkokul birinci sınıfta idim. Öğretmenimiz yaz tatili dönüşü neler yaptığımızı soruyordu. Sıra bana gelmişti. Ben de “Ankara’ya ablama gittiğimi, orada Gençlik Parkında bulunan denizde babamın kürek çekerek bizi kayık ile dolaştırdığını” söylemiştim.
Ben sınıftan gülüşmeler beklerken, öğretmenimden bana, Ankara’da deniz bulunmadığı, üstelik orasının da deniz olmadığı büyük bir havuz olduğu uyarısı gelmişti. Ama Öğretmenim yanılıyordu ve ben Ankara’ya denizi yıllar öncesinde çoktan getirmiştim. (!)
Sonra, sınıftan bu durum karşısında gülüşmeler gelmediğine göre Gençlik Parkındaki o muhteşem büyük havuzu deniz zannedenin sadece ben olmadığımı düşünerek çok rahatladığımı hatırlıyorum. Yaşadığım o anı ve başımdan geçen bu hatıramı hiç unutamam.
Evet sevgili dostlar; Ankara’mız için söylenmiş özlü-güzel sözlerle yazıma şimdilik son verirken, hepinize sevgi ve muhabbetlerimi sunuyorum.
* Denizin yok ama güzelin çok Ankara.
* Gel hasret nedir anlatayım sana. Sen deniz, ben Ankara.
* Varsın sokakların denize çıkmasın, ben yine seviyorum seni Ankara.
* En güzel Ankara’nın çocukları sever dedik; en çok Ankara’nın çocuklarını üzdünüz.
* Ankaralı olmak; yağmurdan sonraki toprak kokusunu, deniz havasına tercih etmek demektir.
* Bize her yer Ankara değil. Çünkü her yer Ankara kadar güzel değil.
* Sendeki gülüş Ankara’ya deniz, İzmir’e kar getirir.