“İnsanı sevdim de yarattım” buyuran Yaratanım! Sevgiyle yaratılan her şey gibi en güzel yaratılan, en güzel duygularla müzeyyen edilen insan!
Türkiye’den bir öğrenci gider okumaya Saraybosna’ya. Orada bir genç kızla arkadaş olurlar. Samimiyet ilerler dost olurlar. Dostlukları da hayat arkadaşlığına doğru ilerlemektedir. Kızın babası devletin yönetim kademelerinde önemli bir işi olan, varlıklı bir adamdır. Tito döneminin ileri gelen sosyalistlerindendir. Kızını da o görüşte yetiştirmiştir. Dünyayı vatan, bütün insanlığı kendi mensubiyeti olarak kabul ederler. Ancak kendileri gibi düşünmeyen birisine de hayat hakkı dahi tanımayacak kadar zalimdirler. Osmanlının son zamanlarında “ruy-i zemin vatanım, nev-i beşer milletim” diyen ahmakların bambaşka bir versiyonu. Ancak aynı fikrin, aynı yolun yolcusu adamalar.
Yakın zamanda bunu , “Bütün dünya tek kıyısı olan bir deniz olsa, sahilsiz bir deniz, ben de o kıyılarda hiç… Bir hudut endişesi taşımadan yaşasam, insanlarla kucaklaşsam, akşamı olmayan gündüzlerde” diyen şairler çıkmış olsa da bu şairane bir histir, bir hayat şekli değildir. Bosnalı kız evlenme hayalleri kurarken okul da tamam olmuştur. Kız, “burada hayat şartları babamın sağladığı imkanlar mükemmel gitmeyelim, hem benim vatanımdan ayrılasım da yok” der.
Oğlan “Ben vatanımın aşkından üstün bir aşk tanımam. Benimle gelirsen kabul, beni seviyorsan, aşkımız her şeyden üstünse benimle gelmelisin, ancak burada yaşayamam. Çünkü burası benim vatanım değil” der. Kız şaşkın. “Senin vatan aşkın varsa benim de var. Senin ana-baba aşkın varsa benim de hakeza. Ben senin için her türlü fedakarlığa razıyken sen bencilce bir tavırla her şeyi silebiliyorsun. Buluştuğumuz, kavuştuğumuz yer burasıdır. Başka diyarlar özgedir bana. Gitme kal da burası sevda vatanımız, orası ana vatanın olsun” der. Erkek de ona, “hani bütün dünya vatanın, bütün beşer milletindi, unutma vatan tektir oda doğduğun yerdir” der. Bu büyük aşk da yara mı alır, felç mi olur, adam çeker gider.
Aralarında, veda zamanı şöyle bir diyalog geçer: “Aşk, hiç tatmamak mı yoksa tattıktan sonra yalan olduğunu anlamak ve kaybetmek midir” diyor seven. Sevilen de cevap veriyor. ” Aşık olan zaten alacağını almıştır. Artık bir şey isteyemez, bundan sonra hep o verecektir”. Sevdiğini kaybeden, sen yalnız sevdiğini kaybettin, ben ise sevdiğimi de sevgisinin kutsiyetini de kaybettim. “En büyük acı, sevmek ve günden güne ayaklar altında kalarak çiğnenip paçavraya çevrildiğini görmektir.”
Sevmek dillere destan, kulaklara küpe, ifadelere darb-ı mesel olmaktır. Seven de sevilen de dilleri lal, kulakları sağır, gözleri kör, bedeni yangın yeri olduğu için normal bir insan, dünyevi bir yaratık olma özelliğini kaybetmiş varlıklardır. Artık onlar sevgilerinden başka söz işitmez, birbirinden özgesini görmez, aşktan başka söz söylemez oldukları için böyledirler. Onları ya gökten inen yıldırımlar veya menzili ne olursa olsun rampaları bedenleri olan gözlerden fırlayan sevda füzeler, paramparça etmiştir. Bir araya getirmek kolay olmadığı gibi eski halini alması da beklenmemelidir.
Dışarıdan görenler bu hale ya deli divane veya yangın yerinden arta kalan kömürleşmiş bedenler olarak görürler. Lakin onun sahibi olanlar ne büyük bir zenginliğin sahibi olmaktan mağrur ve müftehirdir. Ama “ona sahip olacağım” derken ona düçar olanlar ne büyük bir bela-yı aşk ile muhatap olduklarını anlarlar. Bazen mahkum olmakla eştir bu sahip olma. Aşk uğrunda her cefaya katlanmak mıdır, yoksa sabretmek midir? Tahammülde biraz alışmaya çalışmak, alışamazsa atmaya kadar onunla beraber olmaya, beraber kalmaya razılıktır. Sabretmek, daha çok tahammülden de öte mecburiyetten ve sessiz kalarak gelecekteki hayallere kendini hazırlamaktır.
Aşık, ”ben senin yolunda deli –divane oldum. Gözleri görmez ama, dilleri söylemez lal oldum, kulaklarımın sağır olduğunu zanneden etraftakilerin ileri-geri konuşmalarına şahit olup ürpersem de senin yolunda perişan olmak beni mutlu ediyor mutmain eyliyor. ”
Maşuk, “sevginin kıymetini, sevmenin zorluğunu bilememenin yanında sevilmenin de ne kadar zor, ne kadar meşakkatli, ne kadar ulvi bir iş olduğunu, ona layık olabilmenin ne tahammülü imkansızlık derecesinde zorluk olduğunu bir bilene, bir yaşayana, bir başına gelene soralım. O bazen doğup büyüdüğün memleketi, bazen doğurup büyüten “canımdan bir parçasın” diyen varlığı, hiç tereddütsüz terk edilmesine sebep olacak kadar dayanılmaz, karşı konulmaz varlıktır. Terk-i diyar etmekle, bir yar uğruna ”ana gibi yar “olmayacağını bile bile terk ettiren, elle tutulamayan, gözle görülemeyen ancak düçar olunan, berbat olunan his. Her insanın layık olamadığı, sahip olunamayan bu duyguya mecbur olan, perişan ve muhtaç olan deli divane…
Artık o iki bedeni yan yana değil, başka başka alemlerde ve hallerde görenler, işin idrakinde ise kıskanç, zahirdeki ile hareket ediyorsa ürkektir. Yolunda ölmek için değil, ona kavuşmak için yollara düşen, dillere düşen aşk mağduru ya bir ömür o yolda tükenir yok olur, veya bunca engele rağmen yolunda ömür tüketmeye razı olup kavuşunca yok olacağına inandığı sevdasına sahip olmanın sevinci ile mesut olur. Yoksa ölmek değil kavuşmak, yani didardır maksat. Ölünce o maksada nasıl nail olacak ki. Bir teselli olsa da, ona göre en büyük varlıktır bu dünyada sahip olabileceği.
Aşk cefası ile cefalanmayı kendisinin kurtuluşu, hidayete erişi olarak görenlere ne demeli ya? Bundan ziyadesi ile memnun olan aşkla dertli adam ya birileri gibi “o” sanıp da bu belanın kendisine verilmemesi ihtimalinden muzdariptir. Çünkü kendisini bu aşka öylesine adadı ki, bu belay-ı aşktan “usanmak” ne kelime, kendisini “o” sanmayarak değerli kıldığı için çektiği cefaları mükafaat olarak görmüş, mutlu olan tek insandır o seven. Bazen de “senden gelen her şey hoş, narın da hoş, nurun da hoş” diyerek aşkın ateşine yanmanın ruhunu nurlandırdığını, bunun bir cezalandırma değil bir arındırma, parlatma, cilalama olduğunu hissederek senden ne geldi de kabul etmedi ruy-i zemin” anlayışı ile hareket etmenin bahtiyarlığını yaşamak da elbette bir büyük hazinedir aşkla yaratılan için. Narında cefa çekip, nurunda sefa sürmek ne anlatılmaz bir saadet. Yani “cefa çekmeden sefa sürülemez” demek istiyordun belli ki.” Emeksiz yemek olmadığı gibi. ”Çalılara basmayanın, halılara basamayacağını” bilenlerdensin belli ki. İşte bu sebeple aşk ızdıraptır, aşk çiledir, aşk cefadır. Mükafaattır insan için. Bunun için “aşksız eşek, dertsiz kessek” dememişler mi? “İnsan olan dertsiz olamaz, dertsiz olan insan olamaz” diyen ne güzel tarif etmiş aşk derdi ile dertlenenlerin halini. Ya meşhur Özbek şairesi, Kokan Hanı Mahlar Ayım Nadire Begüm’ün dertli terennümü ile, ”Aşksız insan adam değildir” sözüne ne demeli
Semadaki bulutların hasretinden, aşkından, kucaklaşmasından çıkan kıvılcımlar, şimşek olup, yıldırımlar olup, saikalar olup bedenleri yaksa da, en karlı çıkan arz olmadı mı? Aşkta fayda ummayanların bu hareketinin tabii sonucu bir başkalarını, yerdeki nebatatı, cemadatı, hayvanatı ve arzı memnun etmedi mi? Yere aşk ile bağlı olan yağmur zerreciklerini hangi güç orada tutabilir ki? Ne zaman göklere keder gelse başı duman olur, sis olur, kara bulutlar kaplar her yanı. Onları ve onların aşkını yaratan Yüce Yaratan, aşk da dahil her şeye “ol” dedi ve “var oldu heman her şey”.
Kelebeklerin aşkı, dönen pervanelere çarparak terk-i hayat eylemelerine rağmen ışığın etrafında pervane oluşları bazı insanlar için hiç ibret alınacak, ders çıkarılacak bir hadise olarak görünmedi. Sadece hayatların böyle de son bulabildiğini zannedenler aşktan da aşk için ölümü göze almaktan da haberdar olamayanların idraksizliği.
Mevlana, “Bütün Süleyman mülkünü bana verseler de seni göz açıp kapayıncaya kadar dahi görmeye tercihim senin aşkındır” diyor. Şair, “açılan tek gülüsün sen bu bağın” derken başkası açılmış mı açılmamış mı önemli değil illa ki senin varlığındır diyor. Nedim’in “…sev güzel varsa akl-ı şuurun, dünya varmış yokmuş nedir senin umurun” derken sevginin kalplerden ayağa, hatta yatağa ve batağa düşüşünün sinyallerini verir.