Türk kimliği üzerine İngiliz kaynaklarındaki tespitler elbette ticaret erbabı, seyyahlar, elçiler, oryantalistler, din adamları, tarihçilerin başta olduğu araştırmacıların anlattıklarına dayanmaktadır. Bu günkü gibi İngiliz, orta çağda da merkeze kendisini koyarak “ben ve öteki” olarak niteler. Bu anlayışın bir göstergesi olarak İngiltere’ye yakın bölgelere, orta Avrupa’ya “yakın doğu” demektedirler. Balkanlara kadar devam eden “yakın doğuyu”, buradan itibaren de Hindistan’a kadar olan bölgeye ise “orta doğu” ismini vermişlerdir. Hindistan’dan sonrası “uzak doğu”dur İngiliz için. Sovyetlerin dağıldığı yıllarda doksanlı yılların başında bir İngiliz, o günlerde çokça lafı edilen “Adriyatik’ten-Çin Seddi’ne Türk dünyası” kavramının ne kadar hakikat olduğunu gezerek öğrenmek ister. İngiltere’den yola çıkarak Almanya, Fransa, Balkanlar, Libya, Tunus, Mısır, Suriye, İran Pakistan, Hindistan, Endonezya, Çin Sibirya’dan İskandinav ülkelerini dolaşır. Vardığı kanaat, “Dünyada bir Türkler, bir de ötekiler” var zannettim şeklindeki ifadesidir. Ortaçağ İngiliz anlayışı da bu yöndedir. Bir vardır, “batı ve öteki” vardır. Batı kendisi, öteki de doğuyu temsil eden Türklerdir. Doğu denilince Türkler akla gelir başkalarının varlığı bile önemsizdir. Türklerin varlığının yanında bir kıymeti yoktur. Bunda biraz da korkunu hakim olduğuna şahit olursunuz. Bu kadar güçlü ve mükemmel güce karşı onun karşısındaki Türk’ün karşısındaki diğerleri bir olmalıdır. Ancak bu güçle böyle başa çıkılabilir. Nitekim bu anlayışın tabii sonucu olarak defalarca “haçlı seferi” tertip edilmiştir. Hatta Türk orduları Avrupa’nın kalbine yaklaştığında tertip edilen son haçlı seferine Endülüs Müslümanlarını da davet etmişler, “doğudan gelen barbar ve karşı konulmaz güce karşı, Türklere karşı, ortak hareket etmeliyiz. Siz de haçlı ordularına katılınız, yoksa bu güç bizi çiğnerse sıra siz gelecektir” diye taleplerde bulunmuşlardır. İşte tarihteki bunca ezilmişliğin tabii sonucu olarak da hep kötü, barbar, medeniyetsiz, savaşçı olarak nitelemişlerdir Türkleri. Sadece batılı Hıristiyanları değil Endülüs Müslümanlarını dahi tahrik ederek arlarında görmek, güçlü olmak ihtiyacını hissetmişlerdir. Hemen belirtmeliyim ki son haçlı orduları İstiklal Savaşımız zamanında tertip edilmiş, son haçlı seferi böylesine bir güçle paramparça Osmanlı Türk yurtlarında uygulanmıştır. Onlara uşaklık eden Şeyh Sait gibi, Şerif Hüseyin gibi içeriden hançerleyen, isyan ederek onlara yardımcı olan alçaklar da vardır.
İngiliz kaynakları “batı ve öteki” denildiği zaman kendilerinden başkası tektir o da doğuyu temsil eden “doğu” diye anılmasına rağmen gerçekte Türk olan diğeridir. İşte bu anlayışla okumak lazımdır “batı ve öteki” kavramlarını buna göre değerlendirmek gerekir.
On yedinci yüzyıldan itibaren başlayan seyahatler, ticaret ilişkileri ve diplomatik ilişkinin kurulması soncunda Türk kimliği hakkında da bilgi sahibi olmaktadırlar. Lakin o devirde yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Türk korkusundan dolayı hep kötü olumsuz olarak anlatmışlardır. İngiliz seyahat namelerinde geleneksel Türk düşmanlığı ve Türklerin kötülüklerin ve ötekilerin sembolü olarak ifade edilmiştir. Bazı belgelerde ise Türk kimliği Doğu romantizmi çerçevesinde algılanmış ve anlatılmıştır. Öyle ya Doğu demek Türk demek, Türk demek Doğu demekti İngiliz’in kafasında. On sekizinci yüzyılda memleketimize seyahat etmiş, Türkleri yakından tanımış iki isim ola Lady Montagu ile Richard Chandler’in anlatımları, o dönem İngiliz basınında ve efkar-umumiyesinde daha etkili olmuş, Türkler hakkındaki merakı artırarak araştırmaların yapılmasına sebep olmuştur. Lady Montagu, İngiliz büyük elçisinin eşidir. 1717-1718 yılları arasında İstanbul’da bulunmuş, halkla iç içe olabilmiş, önemli tespitler yapmıştır. Yazdığı mektuplarda o güne kadar bilinenin aksine daha tarafsız ve objektif bakan tespitler yapmıştır.
Batı, “daima ikilem içerisinde yaklaşmıştır Doğu”ya. Bir esrarengiz düşler dünyası olarak görmüşler, hem de bütün kötülüklerin olumsuzlukların mekanı olarak düşünebilmişlerdir. Makedonyalı Büyük İskender askerlerini yapacakları Issos savaşlarında zafer kazanmaları halinde sahibi olacakları ganimetin, zenginliğin ne kadar mühim olduğunu anlatarak Doğu ülkelerinin ne kadar egzotik zenginliğin sahibi olduklarını da ifade eder. Makedonya’nın sarp ve çorak toprakları yerine, Perslerin zengin ve geniş ovalarına, verimli arazilerine kavuşacaklarını ifade eder. Batı için doğu o dönemde, daha çok Babil, İran ve Hindistan’ı karşılar. Buralar anlatılırken şatafatlı, muhteşem, olağanüstü zengin, gizemli, zevk aleminin zirve yaptığı yerler olarak algılanır. Heredot da Doğuyu bu sefahat ve eğlencenin tabii sonucu olarak, “ahlaki kokuşmuşluğun, şehvetin, sefahat aleminden kaynaklandığını ifade eder. “İranlıların kadınsı, Mısırlıların da dönek ve nifak çıkarıcı” oldukları inancı hakimdir. İslam aleminde ise Irak Arapları dönek, güvenilmez, münafık olarak görülür. Hz Hüseyin’i Irak’a halife olması için davet edildiğinde babasının dostları, “davet edenlere güvenmemesi gerektiğini, çünkü onların dönek olduklarını, oysa Hicaz’da babanın sevenleri çoktur orada olmalısın” tavsiyesinde bulunmuşlardır. Sonra başına gelenler, şahadet şerbetini içmesi ve bitmeyecek bir fitnenin kaynağı olması… Buna rağmen batı, kutsal toprakları içinden bal ve süt akan muhteşem yerler olarak tarif ederler. Onlar için kutsal topraklar sadece Kudüs ve vaat edilen topraklar değil, İstanbul da bu kutsal topraklar tarifinin içerisindedir. Kutsal topraklara hacı olmak için giden batılılar dönüşlerinde buralardan aldıkları ilginç hediyeler ve İstanbul da dahil olmak üzere ne muhteşem bir zenginliğin, güzelliğin ve mukaddesliğin var olduğu yerler olarak anlatırlar.
Ortaçağ batı dünyasındaki doğu algılamasında Venedikli seyyah Marko Polo’nun anlattıkları olmuştur. Babasının ve amcasının da içerisinde bulunduğu ticaret erbabı ile İstanbul dahil Çin’e kadar gitmiş, gördüklerini bir az değil çok abartarak anlatmıştır. Çin’de Türk Hakanı Kubilay han ile karşılaşır. Marko Polo, O’na gördükleri şehirleri anlatmaya başlar. Kubilay han “neden başta kendi şehrin olan Venedik’ten bahsetmiyorsun” der. Marko Polo da ”bu zamana kadar anlattıklarım aslında Venedik’in taa kendisidir. Başka bir yeri anlatmadım” der. Yani her söz başında kendi vatanı olan Venedik’ten bahsettiğini anlatır. On üçüncü yüzyılda yaşamasına rağmen haşhaşilerin İran’daki bir dağda eğitilip ölüme gönderilişlerini anlatması abartıdan da öte yalandır. Çünkü o devirde yaşamamıştır. Haşhaşileri eğiten Hassan Sabbah’ın da yaşadığı Nizarilerin eğitildiği o meşhur dağın önünden geçerken gördüklerini “yazdığını söylemesi yalandır. Marko Polo’nun anlatımındaki Doğu, zenginliklerin, muhteşem güzelliklerin, barışın ve kardeşliğin hüküm sürdüğü bir yer olarak, batıdaki savaşların yokluğun, katliamların, iç karışıklıkların yerine sunulan bir alternatif olarak takdim edilir. Muhteşem ipek halıları ile olağanüstü güzellikteki göz alıcı ipek kumaşlarıyla Anadolu, mamur şehirliyle İran, müthiş zenginlikleriyle Kubilay hanın ülkesi, Hindistan anlatılmakla bitmez.
On dördüncü yüzyıldan itibaren Balkanları geçip Orta Avrupa’ya kadar yayılan Türk imparatorluğu, Batılıların Doğu kavramını da Doğu sınırını da Osmanlı Türk İmparatorluğundan başlatmışlardır. Daha önceleri az da olsa tanımalarına rağmen esas alakalarını Osmanlının onların kapılarına kadar dayanmaları üzerine başlamıştır. Bu muhteşem gücün askerliği medeniyeti, kültürü, inancı, tarihi, töreleri, yönetim tarzı, toplumun yapısı gibi konulardaki meraklarını gidermek için Türk kimliği üzerinde araştırmalar yapmışlardır. Türkiye’de bulunan aralarında esir, seyyah, tüccar, asker, casus, din adamı gibi insanların Latince yazdıklarını, aynı dili konuşan batı kısa sürede okumuş ve Türklere alakası artmıştır.
Lady Montagu ile Chandler’in anlatımlarındaki farklıların bu seyahatnameyi yazanların algılamaları ile doğru orantılıdır. Yani peşin hükümlü batı anlayışının etkisinden kurtulamayan bir anlayış ile orada yaşmış ve etkilenmiş bir yazarın anlattıklarının farklılıklarına rastlamaktayız. Halkla daha iç içe yaşayan elçi hanımı Lady Montagu daha realist, daha tarafsız ve daha gerçekçidir. Denis Porter, batı seyahat edebiyatı hakkında şunları söyler, “Avrupa seyahat edebiyatı, en iyi yönüyle kültürel mesafenin giderilmesine yaramıştır.En kötü yönüyle de Avrupalının kendini beğenmişliğinin ırkçı hoş görgüsüzlüğün ifadesi olmuştur”.
Lady Montagu, Türkiye mektupları isimli yazdıklarında, batılıların ön yargılı peşin hükümlü yaklaşımlardan vazgeçip gerçekçi olmaları gerektiğini ifade eder. Türk kadının zarafetinden, güzelliğinden, misafirperveliğinden, özgürlüğünden, tanrıçalara has güzelliğinden bahseder. Türk şiirindeki coşku ve zengin anlatımın İngiliz şiirinde olmadığını, bilinenin aksine Türk müziğinin hüzünlü bir müzik türü olduğunu, İngiliz hekimlerinin çekememezliklerine rağmen Türk hekimlerince bulunan çiçek aşısı, haremin doğuya has esrarı ile anlatır. Doğu kültürünün inanılanın aksine medeniyetten mahrum olma inancının da geçerli olmadığından bahseder. Lady Montagu’nun bu anlattıkları batıda yerleşik olan, zapt edilmez, barbar, sahte bir dine sahip, medeniyetten mahrum, Hıristiyan düşmanı, önlenemez tehdit olarak anlatılanların yersiz ön yargılı ve geçersiz bir duygu olduğunu anlatmaya yetmiştir. Hatta İngiliz kamuoyu Lady Montagu’nun ölümünden sonra 1762 yılında yayımlanmaya başlayan bu mektuplara inanamamış, hatta “hayal mahsulü” olduğunu ileri sürmelerine rağmen efkarı umumiyede önemli ölçüde tesirli olmuştur.
Chandler ise bir Oxford arkeologu olarak “Doğunun bazı ülkelerinde bulunan, bu ülkelerin eski çağlardaki durumlarına, halen ayakta kalmış eski çağ anıtlarına ilişkin bilgi almak üzere bazı arkadaşlarıyla beraber İzmir’e gönderilir. Ancak o Çanakkale’de Truva anıtlarından başlar. Manisa, Denizli, Aydın şehirlerindeki incelemelerinde daha çok tarih, arkeoloji, coğrafya gibi konulardaki teşbihlerden oluşur. O, batı ve öteki kavramlarında taraflı, ötekileştirici, dışlayıcı, reddeden bir yaklaşımla peşin hükümlü davranır. Hıristiyanlığın, batının ilerici, medeni, üstün özellikleri olan, doğuyu ve onun temsilcisi olarak gördüğü Türkleri de ilkel, barbar, vahşi, zapt edilmez, korkutucu, anlaşılmaz olarak tasvir ederek batılı bir peşinci olduğunu gösterir.
Batılılar kendilerinin sömürgeciliği, kültür emperyalizmini, toprak işgalini aslında geri kalmış doğu insanlarını medenileştirmek için yaptıklarını ileri sürerek yine bir ikiyüzlülük örneği göstermiştir. Chandler, İzmir’deki Türk kadınlarını anlatırken yine peşin hükümlü bir ifadeyle, “başları kapalı, beyaz çarşafa bürünmüş ötekiler, olarak anlatır. Lakin buradaki Levanten Rum kadınlarını methederek, saç modelleriyle-giyim-kuşamlarıyla, hayat tarzlarıyla uzun uzun övgüyle anlatılır. Bu da bağnaz bir din algılamasıdır. Chandler seyahat iznini Söke ağasına sunduktan sonra Türk misafirperverliğinin, hoş görücülüğünün bir nişanesi olarak kendilerine, “İngilizlerin, Türklerin kardeşi olduğunu” söylediğini ifade eder. Türkler, Türkiye, doğu egzotizminin zirvesi olarak, düşünür, “ötekiliğin ikilemi” arasında kalmıştır. Lady Montagu’nun anlattıkları ile Chandler’’in anlattıklarının tamamen faklıdır. Birisi gayet subjektif olarak anlatırken, objektif bir üslupla anlatan Lady Montagu ise gerçek bir tarafsızlıkla ifade eder, anlatır. Chandler ise peşin hükümlü, düşmanca, şovenistçe, her zamanki İngiliz üslubuyla kendisini beğenmiş, kibirli bir yaklaşımla anlatmıştır yaşadıklarını. Hep en büyük olan devletlerinin adı gibi büyük olan” bir devletin mensubundan bundan daha farklı bir iş beklemek beyhudedir.
Batılılar ile Ortadoğu milletleri asla diğerini beğenmez, takdir etmezler. Çıkarcıdır, kabileci bir yaklaşıma sahiptir.Bu yüzden fırsatını bulduğu zaman hemen veya ilk fırsatta bir fırsat meydana getirerek bunu harekete geçirirler. Onların ne düşmanlığının, ne de dostluğunun sebebini anlamak için mesafeli olmak, uzak durmak lazımdır.İşte idraksizce bulaştığımız Suriye bataklığı…Hala kurutulamayan bir eski Yugoslavya bölünmüşlüğü ve beraberinde gelen meseleler…