İçimiz acıyor. Yüreğimiz kanıyor. Zulmün arşa ulaştığı şu demlerde, imanımızın en güçlü yönünün gerektirdiği ‘elinle düzeltme’ amelini yapamamanın ezikliğini yaşıyoruz.
Yol uzun, yolcu yorgun, talih zebun… Düşmanlar kaviden de kavi. Düşmanlar zalim. Düşmanlarda vicdan yok. İblis’in bütün çocukları bir araya gelmiş, hep birden saldırıyor.
Dün birbirinin gırtlağına sarılarak, acımasız katliamlara imza atan Hıristiyan ve Yahudi; sanki dün kendisinin sığınağı Müslüman vicdanı değilmişçesine, şimdi birlik olmuş da Müslüman avına çıkmış.
Şu hale bakın… Azıcık vicdanı ve utanma duygusu olan, yani azıcık insan olan bir Âdem oğlu, hasta ve kadın-çocuk sivillerin sığındığı bir hastaneye atom bombası ayarında bir bomba atarak, 471 masumu dakikalar içinde katleden mahlûklara, hemen ertesi gün destek ziyaretine koşmaz.
Bir bakınız lütfen, bu ‘dünya liderciklerinin’ suratına; azıcık insan sureti görebilecek misiniz? ABD’nin başındaki bunak zat… Almanya’nın bir numaralı koltuğunda oturan silik şahsiyet… Ve Birleşik Krallığa ‘Paravan Başbakan’ yapılan Hint devşirmesi…
Yahu, eğer inandığınız bir din, inandığınız bir ‘Yaratıcı-Mabut’ varsa ve nadiren de olsa O’nun huzuruna varıp günah çıkarıyorsanız… Hangi yüzle bunu yapacaksınız?
Diyelim ki ne inancınız, ne dininiz, ne de imanınız var… Peki, akşam eve varınca, eşinizin ve çocuklarınızın yüzüne nasıl bakıyorsunuz? Gece yatağa girince, nasıl uykuya varıyorsunuz? İçinizde… Çok derinlerde kalmış azıcık da olsa bir vicdan kırıntısı varsa, alttan alta sizi dürtmüyor mu? Sizin verdiğiniz en güçlü bombalarla, üstelik İngiliz-Baptist misyonerleri tarafından 120 sene önce Hıristiyanlığı yayma güdüsüyle kurulmuş bir hastane havaya uçuruluyor. Oradaki yüzlerce kadın ve çocuk paramparça ediliyor. Ve siz ertesi gün, terör örgütü İsrail’in elebaşılarına kutlama ve destek ziyaretine koşuyorsunuz.
Britanya’nın ‘en makul Başbakanı’ sayılan Tony Blair, Irak’ın işgaline ve milyonlarca sivilin katledilmesine gerekçe yapılan ‘kıyamet silahları yaptığı’ iddiasının büyük bir yalan olduğunu yıllar sonra itiraf etmişti. Demek ki, onda azıcık da olsa vicdan kırıntısı kalmıştı.
Peki siz bu utançla nasıl yaşayacaksınız?
Maalesef muhatap olduğumuz manzara bu. Biliyorum; bunca zillet, zulmet ve ahlâksızlık karşısında ‘umut’tan bahsetmek pek naif kaçacak. Öyle bile olsa, zulmün en koyu noktasında olduğumuz bir gerçek. Yani zulmün artık düşebileceği alçaklık kalmadı.
Bakınız… Daha 20 gün önce, İsrail’in; Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan başta olmak üzere, bölgedeki önemli Müslüman ülkelerle normalleşme adımlarını konuşuyorduk. Bu durum, adına yanlışlıkla ‘devlet’ denilen bu ‘terör örgütü’nün, bir bakıma meşrulaşması ve işgal ettiği Müslüman coğrafyalardaki hâkimiyetinin zımnen kabulü anlamına geliyordu.
Tablo tamamen değişti şimdi. Türk Devleti ve Türk Milletinin örnekliğinde, başlarındaki kukla yönetimler nasıl düşünürse düşünsün, Müslüman coğrafyaların halkları bir anda uyandı.
O kukla yönetimler, haksız yere işgal ettikleri ülkelerinin yönetim makamlarının, kendilerine alttan alta batmaya başladığını hissettiler. Halklarına rağmen, düşmanla işbirliğini sonuna kadar götüremeyeceklerini anladılar.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz, olmayacak. İsrail adlı bu terör örgütü ile hiçbir makul ve mantıklı anlaşma yapılamayacağı anlaşılmış oldu. Siyonist ve Evangelik mezcuplar, ‘Tanrıyı kıyamete zorlamak’ diye bir sapkın anlayışa kafayı takmışlar. Adına ‘Armageddon’ denilen bir kıyamet savaşı çıkaracaklar. Bu savaşın sonunda da, Hazreti İsa’nın gökten inip, ‘Tanrının Krallığı’nı kuracağına inanıyor, bu meczuplar.
Böylesine sapkın bir inanışla gözlerini kan bürümüş bu katiller sürüsü, kundaktaki bebekleri bombalamaktan çekinmiyor. Minicik bedenlerin feryatları, zaten olmayan vicdanlarına dokunmuyor.
Lakin, durun bir dakika… Tüm bu zulmet, aslında ‘hakikatin şafağı’nın da habercisi… Niyetim nostalji yapmak, umut pompalamak, gaz vermek değil. Azıcık tarih okuyan, ne dediğimi anlamakta zorlanmayacak.
Şöyle kısaca bir izah yapmaya çalışayım:
Efendinin kölesine karşı gücü; aslında kölenin efendiyi ‘büyük’, ‘doğru’ ve ‘haklı’ kabul etmesinden gelir.
Başta biz Türkler olmak üzere, Müslüman dünyanın zihni, tam 200 yıldır, ‘üstün ve gelişmiş Batı Medeniyeti’ mottosuyla iğdiş edildi. Bizim ezikliğimiz ve onların gücü, hep bu ‘üstünlük’ mottosu üzerinden süregeldi.
‘Batı Medeniyeti’ denilen barbarlığı; ‘teknolojik gelişme’, ‘çağdaşlık’, ‘kültür ve sanat’, ‘insan hakları’, ‘demokrasi’, ‘adalet’, ‘eşitlik’ ve bilmem ne kadar temel değer varsa, tümünü izafe ederek kutsadık.
Oysa Batı Medeniyeti demek; saldırganlık, fitne-fesat çıkarma, işgal ettiği ülkeleri iliğine kadar sömürme, hırsızlık, katliamdı.
Bunca pis meziyeti (!) iktisap etmiş olan bu anti-medeniyet güruhu, sermaye ve propaganda gücünü elinde bulundurduğundan, çoğunluğu da Müslüman olan kendi dışındaki ülkeleri, toplumları hep zihninden köle etmesini bildi.
200 senedir, ‘öğrenilmiş çaresizliğe’ mahkûm edildik. Tanzimat’tan beri yaşadığımız zihinsel köleliğin esası budur. Batıyı hep kutsadık, ‘üstün medeniyet’ diye algıladık.
Şimdi o ‘Batı medeniyetsizliği’ geldi, İsrail adlı terör örgütünün şahında duvara tosladı. Esasen, Afrika ve Amerika kıtası dâhil, dünyanın dört bir köşesinde yapmış olduğu soykırımlar ve katliamlar sebebiyle epeyce dökülmüş olan makyajı, Gazze’de çarptığı sert kaya ile tuz-buz oldu.
Şimdi bütün yaşanan zulümlerin, acıların, gözyaşlarının arasında, ‘Batı’nın çöküşünü’ izliyoruz.
Bundan böyle hiçbir söylem, hiçbir propaganda, bize ‘Batı’nın bir ‘medeniyet’ olduğunu anlatamaz, inandıramaz.
Yaşanan çöküş kaçınılmaz olduğu gibi, bu zulmetin ardından gelecek ‘Nizam-ı Âlem nuru’ da engellenemez.
Türkiye’nin son 20 yıldır yaşadıklarına, yaptıklarına ve Türk-İslam coğrafyasını gergef gergef işlediğine bakar ve görürseniz, o nurun şafağını idrak edersiniz.