1985-1988 yılları arası Libya’da bulundum. Merkezi İstanbul’da bulunan bir Türk inşaat şirketinde idari personel olarak üç yıla yakın çalıştım. Çöllerini, vahalarını gördüm. Kırk kişilik küçük uçaklarla bir uçtan bir uca yolculuk yaptım. Binlerce kilometrelik çöl ortasından geçen yollarında kendi aracımla, otobüslerle yolculuk yaptım.
Çöl yolunda birden önüme çıkan başıboş deve sürüleriyle, kum fırtınasının bir set gibi yolumu kestiği kum yığınlarıyla karşılaştım. Nallut’a yakın bir yerde bozulan otobüsümüzün tamiri sırasında kumlar içinde “DENİZ YILDIZI” fosili buldum… Hastanelerinde yattım. Dostluklarım arkadaşlıklarım oldu. Bazen nefret ettim, bazen çok üzüldüm, bazen sevdim…
Libya, Afrika kıtasının kuzeyinde 1500 km’ye yakın Akdeniz’e sahil şeridi olan 1.670.000 kilometre kare yüzölçümüyle toprak olarak Türkiye’nin iki katı büyüklüğünde bir Afrika ülkesidir. Sahil şeridi Tunus’tan başlayıp Mısır’a kadar devam eder. Tunus’tan Mısıra kadar olan bölgeyi ayrıca içe doğru yüz kilometre hesap ederseniz aşağı yukarı yüzellibin kilometrekarelik bir bölümünde Akdeniz iklimi hakim olup, adeta bir Akdeniz ülkesi coğrafyasıdır.
Burada sanki tüm doğaya, giysilere yaşama, yaşam biçimine hüzne de, neşeye de haki, krem, bej renkler hakimdir. Bu 150.000 kilometrekare büyüklüğündeki sahil coğrafyasında Akdeniz’in karşı tarafındaki ülkelerdeki bir İtalya, bir Fransa, bir Yunanistan’daki canlılığı, heyecanı, yaşam sevincini bulamazsınız…
Kelebek romanındaki, filmindeki soluk dekorlar, küskün hayatlar, iğreti yaşamlar birebir aynıdır… (Kelebek romanı, 1968 yılında, Henri Charriere tarafından yazılıp, 1973 te filmi yapılan gerçek hayat hikayesidir. Orijinal adı: PAPİLLON’ olup, Mc Quen ile Dustin Hofmann başrol’ü paylaşmışlardır. Olay Fransız Guyana’sında geçer)
Güneş top kırmızısı gibi birden doğmaz… Sanki tüm Afrika ülkelerini kat etmekten Libya’ya gelinceye kadar yorulup, asıl rengini kaybetmiş, soldurmuş gibidir… Trablus’ta sahile yakın bir yükseltinin iç tarafında mahalle arasında Ecdadım Turgut Reis ile komutanlarının mezarlarını ziyaret ettim. Burada da sanki terk edilmişliğin hüznünü sandukaların soluk örtülerinde, dışarda oynayan çocukların kayıtsız bakışlarında, heyecansız çığlıklarında gördüm… Sonra sahile inip, yüzümü Türkiye tarafına dönerek, Refik Halit Karay’ın ESKİCİ hikayesindeki HASAN’ın çaresizliğini, yalnızlığını duyarak ağladım…
Cezayir’e yakın Ghadames kentinde şantiyemiz bulunduğundan oraya sık sık gidip, dünya mirası eski Ghadames ile (Yeni, Ghadames’i çalıştığım Tokaş firması kurmuştu) Trablus yakınlarındaki Romalılardan kalma antik LEPTİS MAGNA kalıntılarını ziyaret ettim. İtalyanların işgal dönemlerinde denizden Antik Kent’in içine doğru ray döşeyerek, kentteki birçok tarihi eseri yağmalayıp İtalya’ya taşıdıklarını dinleyip, taşımanın gerçekleştirildiği denize uzanan rayları gördüm…
1985-1988 arası üç yıla yakın kaldığım Libya’da unutamadığım anılarım mazide kalan dostluklarım oldu. Dünyanın en büyük projesi olan “Akdeniz’in sularının arıtılarak çöle pompalanıp, yüzbinlerce dönüm araziyi sulu tarıma açma projesi” de Muammer Kaddafi’nin öldürülmesiyle tarihe gömülmüş oldu…
Muammer Kaddafi, bir grup arkadaşıyla 1969 yılında o zamanki Libya Kralı İdris’e darbe yaparak yönetimi devraldı. Feodal aşiret düzenine dayalı ülkedeki kimi aşiretleri yanına alarak kimisini de baskıyla susturarak göreceli birlikteliği sağladı. Daha sonra bir takım reformlar yaparak, petrol başta olmak üzere ülkesindeki kuruluşları millileştirdi. 1985 yılında bile çölün ortasında üç haneli köylerin elektriği, yolu, suyu, okulu, sağlık ocağı, Cemahiriye denilen bugünkü AVM ler benzeri mağazaları mevcuttu. Herkesin 120 Dinar maaşı, arabası evi vardı. Petrol üretiminde Dünyanın 17. Ülkesi olup sadece dört buçuk milyon nüfuslu ülke olmanın şansını yaşadılar bir süre… Ancak ben orda iken yani, 1980 li yıllarda bile aşiretler arası hoşnutsuzluklar bilhassa Bingazi taraflarında baş göstermişti…
Kaddafi Arap Milliyetçisi idi. Kendisi gibi Arap Milliyetçisi olan Mısır Lideri, Cemal Adül Nasır’ın (Cemal Abdül Nasır, Arap milliyetçisi olduğu kadar da Türk düşmanıdır.) izinden giderek, Arap Birliğini kurup Araplara lider olma hayalindeydi. Yanıldı. Mısır, Suriye ve Libya’nın ortak kurduğu pakt kısa sürede dağıldı. Libya Diktatörü idi. Ancak, ülkesine ihanet etmedi. Biraz kaçıktı… yönetim merdivenlerinin basamaklarını çok kısa bir sürede ve hiçbir engelsiz çıktığından başı döndü… Kibir suyunda yıkanıp erişilmez olduğunu sandı… Sürekli dünya gündeminde kalmak için hep şansını zorlayıp, kendini gülünç durumlara düşürdü… Kendisi darbeyle başa geçtiği için, kendine de ilerde darbe yapılabileceğini düşünerek, Milli Ordu kurmadı. Milli sanayisi yoktu. Tüm ihtiyaç malları dışardan geliyordu. BM ambargo koyduğunda halk şampuanı bile Cezayir, Tunus üzerinden gelen karaborsadan temin etmeye çalışıyordu. Sırtını feodal aşiretlere dayadı, onlara taviz verdi. Oysa ATATÜRK’ü örnek alması yeterliydi. Yeni siyasi sistem olarak düşündüğü, YEŞİL KİTAP adında bir kitap yazdı. Okudum. SOSYALİZM, DİNİ KURALLAR ve KÜÇÜK SERMAYE’yi bir araya getirerek yeni, ekonomik, siyasi bir harmanlama yaptığını düşünüyordu, gene yanıldı. Bu Yeşil Kitap, bir zamanlar “MİLLİ GÖRÜŞ”çülerin baş kitabıydı. Entelektüel Milli Görüşçülerin çoğunun “Reyiz” hariç okuduğunu sanırım.
Öldürülmesi çok acı ve vahşiceydi. Çok üzüldüm. Komutanlarından arkadaş olduklarım vardı. Sanırım onlar da katledildiler…
Türkiye dostuydu. Kıbrıs Barış Harekatında yanımızda olup, petrolüyle bizi desteklemişti. Kapılarını bizim inşaat kalfalarına bile açarak, onların birer uluslararası inşaat müteahhidi olmalarını sağladı. O bir hain değil, Arap milliyetçisi idi.
RUHU ŞAD OLSUN… Saygılarımla…