Bir Ankara dönüşü sırasında Yahya Kemal’e sorarlar:
-Üstad, Ankara’nın en çok nesini seviyorsun?
Büyük şair, mütebessim bir ifadeyle cevap verir:
-İstanbul’ a dönüşünü…
Tren camına yasladığım başımı yavaşça uzak ufuklara çeviriyorum İstanbul’a varmaya az kala.
Bir İstanbul şiiri yankılanıyor kulaklarımda;
Necip Fazıl sesleniyor derinden…
“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım…
İstanbul,
İstanbul…”
Yahya Kemal geliyor sonra, tüm İstanbul aşkıyla;
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
Ve bir İstanbullu, Orhan Veli, yazmış durmuş hep İstanbul’u…
“İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir garip Orhan Veli’yim
Veli’nin oğluyum
Tarifsiz kederler içindeyim
Rumeli Hisarı’na oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum
İstanbul’un mermer taşları
Başıma da konuyor martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları
Edalım…
Senin yüzünden bu hâlim.
İstanbul’un orta yeri sinema
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama
El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne
Sevdalım…
Boynuna vebalim
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim
Bir garip Orhan Veli’yim.''
Sonra dizeleriyle ölümsüzleştirmiş yine; destanını yazmış İstanbul’un:
“İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda
Sucuların hiç durmayan çıngırakları;
İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı…”
Cahit Sıtkı ya…
''Yuvası saçakta kalan kırlangıç,
Yavrusu dallara emanet serçe,
Derken camiler üstünde güvercin
Minareler katından geçiyorum
Gökyüzü mahallesi İstanbul’un
Süt beyaz bir martıyım açıklarda
Gemilere ben yol gösteriyorum,
Buğday ve ilaç yüklü gemilere
Bir kanat vuruşta bulutlardayım;
Bir süzülüşte vatanım dalgalar!''
Ümit Yaşar, İstanbul’a dökmüş derdini…
''Sana geldim, içim ümitlerle dolu
Beni sarhoş etme İstanbul, ne olur
Bir gün ben de eririm caddelerinde
Çürür kemiklerim adım unutulur
Yine sen kalırsın dipdiri, sımsıcak
Göğü, bulutların, denizlerin kalır
Oynama İstanbul, benimle oynama
Bir gün öldürür beni bu dert, bu kahır
Ezilmiş ellerimin arasında başım
Bu yeryüzünde başka çarem kalmamış
İşte gelip kapılarına dayanmışım
Karşında yıkılmış bir duvar gibiyim
Beni sarhoş etme, başım dönüyor
Üstüme varma İstanbul, kederliyim.''
Ve Oktay Rifat sabaha karşı yazmış en güzel şiirini…
''İstanbul'un üstüne güneş doğdu,
Çıktı silkinerek gecenin içinden,
Kız gibi minareleriyle Süleymaniye,
Sultanahmet, Sultan selim, Fatih camileri.
Türbeler, çeşmeler, sebiller
Aldılar aydınlıkta yerlerini.
Şakımaya başladı bülbül gibi
Bağdat köşkünün çinileri;
Hepsi de alın teri,
Hepsi de el emeği.
Bir yaprak düştü döne döne şadırvana;
Bir kumru su içti şadırvandan.
Üsküdar'ın fakir evleri göründü uzaktan
En arkada Çamlıca tepeleri.''
Cahit Zarifoğlu’nun İstanbul’u ise bir sis gibi sarar gökyüzünü…
“Bir tohumdan daha az değil
Fatih’in büyük güvercin kanatları
Meleklerin sık aralıklarla
Dokunduğu toprak.
Güzel buyruklar
Gürbüz havalar
Boğaziçi bir akımdır
Bir akan sudur
Nice dergâhlar
Dinler gibi nabzını
Yeni doğan çocukların…”
Ataol Behramoğlu bir başka İSTANBUL çizer muhayyilelerde;
“Göğsüme bir İstanbul çiziyorum
Başparmağımla, kelebek biçiminde
Çocukmuşum gibi aynanın önünde
Yüzümü saçlarımı okşuyorum
Kadıköy’den herhangi bir deniz
Tenha bir tramvay Şişli’den
Samatya’dan, belki Sultanahmet’ten
İncir ağaçları anımsıyorum
Göğsüme bir İstanbul çiziyorum
Başparmağımla, kelebek biçiminde
Biraz umutsuzum, biraz yorgun işte
En çok gözlerimi seviyorum”
Mısralar martılar gibi geçerken aklımdan bir bir, denizin kokusu ince bir sürgün gibi derinden zihnimde.
Gözlerimi açıyorum Orhan Veli’ye inat, hiçbir anını kaçırmak istemiyorum İstanbul’un.
Bulutlara kaldırıyorum başımı.
Aynı göğe bakıp nasıl da göremedim bunca şiiri diyorum.
Ayağımı bastığım yerde eğiliyorum, taşı toprağı altın denen İstanbul’u hissetmeye çalışıyorum.
Ne hikâyeler var yazılmadık bilinmedik; çığlık çığlığa susuyorlar derinde.
Anlıyorum ki birkaç gün yetmez İstanbul’u anlatmaya.
Bir ömür yaşayıp bir ömür hissetmek gerek.
Başımın üstünde bir mavi kubbe, altı İstanbul üstü İstanbul.
Yazsan yazılmıyor, sussan bırakmıyor.
Ah canım İstanbul…
Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...