Genç ya da yaşlı hepimizin hafızasında yer tutan ve hiç unutulmayan anıların büyük bir kısmı hiç şüphesiz bayram anılarıdır.
Çoğumuz “Artık eskisi gibi bayramların tadı yok” derken, yeni nesil bizim alamadığımız kadar çok tat alıyor yeni bayramlardan. Eski bayramların tadını bir bilseler buna pişman olurlardı aslında.
Geriye dönüp bakıldığında seneler öncesinde çok daha farklı yaşanan Kurban Bayramları görülmektedir. Bayrama bir hafta kalarak hazırlıklar başlar, önce bayram temizliği adına evler köşe bucak temizlenirdi. Her hanede misafirler için bayrama özel yiyecekler, sarmalar, tatlılar ve ekmekler hazırlanırdı.
Bayramlarımız bizleri birbirimize bağlayıcı özelliği olan muhteşem geleneklerimizdendir. Şimdi her ne kadar bu bayramları insanlar tatil kaçamağı olarak görse de yine de az da olsa yıkılmadık ayaktayız misali bayramlaşma geleneğini sürdürmeye çalışıyoruz.
Ülkedeki ekonominin şakulünün kaymış olduğu bir durumda, adeta tavan yapan doların ateşinin düşmesi için duaların yükseldiği(!) bu keşmekeşin arasında bir kurban bayramını daha kutlamaya hazırlanmaktayız. İşte bu inişli çıkışlı gidişatın arasında birbirimize sorduğumuz “Nasılsın?” sorularına “Ülke gibiyim” diye verilen cevaplarla günlerimiz geçip gidiyordu.
Bundan sonraki nesilleri, torunlarımızı inanın düşünemediğim gibi ben şimdi günü kurtarmakla meşgulüm. Üzülerek yaptığım bir tespiti sizlerle paylaşmak istiyorum; bu muhteşem bayramlarımız, değerlerimiz, kültürümüz, geleneğimiz sanki son demlerini yaşıyormuş gibi geliyor bana… Ama bunu söylerken ve yazarken içimin nasıl acıdığının tarifini size imkânı yok yapamam. Eğer bayramlarımız da avuçlarımızın arasından sabun gibi kayıp giderse işte, gerçekten bundan gayrısı teferruat olacaktır. Daha da bizler iflah olmayız gibime geliyor…
Eskiden, rahmetli babam ile geçen bayramlarımızı hatırlıyorum da ne kadar güzel, içten ve huzur doluydu. Canım babam sabah bayram namazından geldikten ve ailece yapılan bayramlaşma faslından hemen sonra aylar öncesinden alıp beslediğimiz kurbanlık koyunu kıbleye dönük olduğu halde yatırır, tekbir getirerek keserdi.
Ha bayramlaşma dedim de; evde bizim bayramlar kadar büyük bir heyecanla beklediğimiz bir şey daha vardı. O da annemin, bayram vesilesiyle, babamın elini öpmesiydi. İşte evdeki bayramlaşma faslının bu kısmına bayılıyordum. Ablamla birbirimizin gözüne bakıp pis pis gülerek çocukluk bu ya, sanki çok abes bir şey yapıyorlarmış gibi gelirdi bize.
Annemin babamın elini öpmesi, babamın da uzaktan “Öp” der gibi elini uzatması hala gözlerimin önündedir. Her seferinde de anneme sorardık, “Sen babamın çocuğu değilsin neden elini öpüyorsun ki?” O da; “İşte öyle gördük kızım, öpülür tabi, öpmeyip de ne yapacağım“ derdi. Size samimi bir itirafta bulunayım mı? Bende bayramlarda eşimin elini öpüyordum. Annemin dediği gibi, ne yapayım ben de öyle görmüştüm. İnsanın aklında, söylenenden çok, gördüğü ve gözlemlediği şeyler kalırmış. İşte öyle bir şey…
Neyse efendim; babam bayram alışverişi için ablamı ve beni çarşıya götürmüştü. Hiç unutmam ablam ile bana üstten kilitli, naylon ayakkabı almıştı. Taban kısmı sert olduğundan betona bastığımda ses çıkarmasına bayılıyordum. O yüzden mahsus beton olan yerlerden yürüyerek ve biraz da sertçe yere basıp ses çıkarması için elimden geleni yapıyordum... Gece yatarken mi? Tabi ki hepimizin yaptığı gibi başucuma koyup ayakkabı ile uyurdum…
Bizler beklentileri hiç de yüksek olmayan, ufacık şeylerden mutlu olabilen çocuklardık. Benim çocuklar için söylemesem de; şimdiki çocuklara bakıyorum da ne yapsan, ne etsen bir türlü mutlu olmuyorlardı. Sevgili dostlar bizler sanki bir yerlerde hata yaptık ya da yapıyoruz gibi geliyor bana. Bu konuda özeleştiri yapmak gerekirse çağın çok hızlı gelişen teknolojisine esir olabilecek şekilde kendimizi de çocuklarımızı da fazla kaptırdık sanırım.
Hatırladığım kadarıyla, hiç kurban kesmediğimiz bir bayram olmamıştı. Ama annemin söylediğine göre galiba şehre yeni taşındığımızın ikinci senesinde kurban kesememişiz. Annem konu komşuya babamın işyerinde ortak kurbana girdiğini söylemişti. Bu durum annemin oldukça ağarına gitmiş olmalı ki, böyle bir yalanı söylemek zorunda kalmıştı. Bu yüzden annem hep “Allah kimseyi gördüğünden geri koymasın” derdi. Tabi ben o zaman bu cümlenin ne anlama geldiğini anlayamamıştım. Ama zaman içinde hayat bana bunu örnekleriyle, canlı canlı yaşayarak öğretmişti.
Bu arada babam kurbanın daha derisini tamamen yüzmeden etin en güzel yerinden kesip, bize verir bizde onu ince ince kuşbaşı doğrayıp sabah kahvaltısı için hazırlamaya koyulurduk. O zamanlar etin bile kendine has mis gibi bir kokusu vardı, şimdi et pişirirken o kokuyu çok arıyorum, ama bulamıyorum maalesef…
Neyse efendim; kurban kesildikten sonra uygun bir şekilde etleri ayırarak mahallede daha önceden tespit ettiğimiz ve kurban kesmeyen komşularımıza et dağıtım işlemi başlardı.
Mahallemizde Kırşehir’in yerlileri vardı. Onlardan bazı kişiler hariç durumları iyi olmasına rağmen çoğu kurban kesmezlerdi. Sorduğumuzda “Bilmem biz alışkın değiliz kurban kesmeye” cevabını alırdık. O zaman da annemin sözü aklıma gelmişti, bunlar da kurban kesmemeye alışmışlar ve böyle görmüşler diye içimden geçirirdim. Ve hiç tuhaflarına gitmediği gibi annem misali yalan söyleme gereği de duymuyorlardı. Daha sonra annem ayırt etmeksizin kurban etinden onlara da verirdi. Zamanla bu komşularımız, köyden şehre inen bizlerden etkilenmiş olmalılar ki kurban kesmeye başlamışlardı.
Sevgili dostlar; hep deriz ya; “Nerde o eski günler, nerde o eski bayramlar, nerde o eski sevdalar.” Bugün bu cümleleri hepimize söyleten kim ya da kimlerse, siz ne dersiniz bilmem ama bu konuda ben emellerine ulaşmışlardır diye düşünüyorum.
Gözlemlediğim kadarıyla bugün koro halinde özellikle sosyal medyada olsun günlük yaşantımızda olsun hepimiz de aynı şeyleri paylaşıp, aynı duygulardan dem vuruyoruz. Nasıl bir eskiye özlemmiş vallahi anlamadım gitti… Peki, bu geçen zaman içinde neler oldu, bir el ya da eller tekerimize çomak mı soktu ki biz bugün bu haldeyiz diye birçok sorunun aklıma takılmasına engel olamıyordum.
Zamanla bizi kültürümüzden, gelenek ve göreneklerimizden, kuvvetli aile bağlarımızı koparmanın bir şekilde yolunu böyle mi bulmayı amaçlamışlardı diye aklıma gelmiyor değil hani… Kısacası bizim arkamızdan dolanarak, önde bulunan bahçelerimizi talan etmeyi mi hedefliyorlar dersiniz?
Herkes bu durumdan şikayetçi, eskilerden bahsederken şöyle bir iç geçiriyorsa o zaman kim bizi bu hale getirdi/getiriyor? Teknoloji mi? ilim mi? bilim mi? Yoksa yenidünya düzeni mi? Yaşadığımız bu dünya düzeninde var olmamız için böyle mi olmak zorunda acaba? Yoksa bu teknolojiyi bize gelişmişlik diye sunan batı ülkeleri amaçlarına ulaşmak için bu durumu araç olarak mı kullanıyorlardı? İçimden bir ses sanki bu son dediğimin daha doğru olduğunu söylüyordu. Tabi gelişmemizin ölçütü bu beyin uyuşturan, etrafımızda neler olup bittiği hakkında haber almamıza engel olan teknoloji ise eksik olsun böyle teknoloji diyorum. Bilmem yanılıyor muyum?
Bu değişen dünya düzeninin ilmini, bilimini, teknolojisini alıp da eskilerimize de sadık kalmanın bir yolu yok muydu? Neden bu tür teknolojinin iyi, faydalı yönüyle ilgilenmeyip, lüzumsuz hallerini alarak, üstelik bunu da her şey gibi yüzümüze gözümüze bulaştırarak yapıyoruz anlamış değilim.
Şimdi, kendisi gazetemizin değerli yazarlarından olan kıymetli hemşerim Sayın Zafer CAM hocamın paylaştığı, çok hoşuma giden ve Kurban Bayramının halis muhlis, özünü anlatan bir gönderisini sizlere sunarak satırlarıma son vermek istiyorum.
“Dokuz gün tatil diyenler
Kurbanı et niyetiyle kesenler.
Kurban ne ettir, ne de tatil
Kurban, Baba Hz. İbrahim’ce bir duruş
Anne Hacer’ce bir adanış,
Oğul Hz. İsmail’ce bir teslimiyetin
Müslüman’ca yaşayışın adıdır.”
İşte böyle sevgili dostlar, etrafımızda olup bitenlere kayıtsız kalmayıp, gelecekte bizleri neler beklediğini öngörerek, en azından biraz daha duyarlı davranıp, kısaca “Deliye her gün bayram” deyimini boşa çıkaracak şekilde, bayramlarımızı bayram gibi yaşamayı ümit eder, sağlık ve huzurlu nice bayramlar dilerim.
Güzelliklere hep birlikte efendim…