Elini atarsın tutacak dal bulamazsın... Elini uzatırsın tutacak el bulamazsın! Bağırmak istersin sesin çıkmaz... Bağırırsın duyan olmaz!
Daracık bir yerde, bir kolon dibinde, mutfakta bir masa altındasın! Üstünde yüzlerce ton beton, toprak, demir moloz yığınları...
Bir ışık ararsın, bir nefes ararsın nefesine yoldaş olacak, canına can katacak, kurtuluşuna umut olacak...
Aileni, çocuklarını, yakınlarını anımsarsın daracık yerde iki büklüm. Elini sallarsın karanlık dehlizde, belki kızının belki eşinin elini tutarım umuduyla...
Zamanı karıştırırsın gece mi, gündüz mü? Dakikalar gün saatler yıl gibidir artık. Direnmeliyim, umudumu yitirmeden mücadele etmeliyim, yaşamalıyım.
Kızım işe girecek, evin borcunu bitiremedim daha. Salonda “bana ait olan koltuğumun” yanındaki sehpanın üstünde yarım kalan kitabımı bitireceğim. Hafta sonu arkadaşlarla balığa gideceğim...
Göçük altında kurtarılmayı bekleyenlerle, göçük altında hayatını kaybedenler de pazar akşamı tıpkı bizim gibiydiler.
Kimi televizyonda dizlere baktı, kimi kitap okudu, kimi dersini yaptı. Kimi mısır patlattı, kiminin konukları vardı dağılıncaya kadar politika konuştular, tartıştılar bozuştular...
Dün ilk işim Diyarbakır'da görevli kızının yanında bulunan biraderimi arayıp konuşmak oldu.
"Abi, ...... Pazar akşamı göreve gitmişti. Sarsıntıyla uyandık! Kendimizi masanın altına attık. Beklemeye başladık, dışardan şimdiye kadar duymadığımız şekilde korkunç bir gürültü geliyordu. Daha doğrusu, gürültü değil, uğultu geliyordu! Sanki korkunç bir canavar bizleri canlı cansız tüm varlıkları içine çekip almak istiyor gibiydi. Öyle öfkeli, öyle kızgın!
Saniyeler sürdüğü söylenen deprem can havliyle masa altına sığınmış bizler için, aylar yıllar uzunluğundaydı!
Sallantı durduğunda elbiselerimizi kapıp kendimizi dışarı attık. Arabamızın içindeyiz. Bekliyoruz!
Bugün tekrar aradım; "Soğukta arabada bekliyoruz. Eve sadece telefonumuzu şarj etmek için girip çıktık."
"Ne yiyip ne içiyorsunuz sıcak çorba verilmiyor mu, çadırlar kurulmadı mı görevliler gelmedi mi? dediğimde; "Telefonu şarj için eve girdiğimizde dolaptan bir şeyler aldık. Yorgan battaniye aldık. Yiyeceği idare ediyoruz, ancak dışarı çok soğuk. Gelen giden yok. Organize bir çalışma göremiyorum. Herkes kendi başının derdine düşmüş. Herhalde deprem alanlarının çokluğundan olacak. Kız daha görevden dönemedi, onunla da sadece telefonla görüşebiliyoruz. Bilmiyorum ne olacak!" diyor.
Felaket çok büyük! Büyük devletlerin çaresi de büyük olurdu! Asker neden yok, orman yangınlarında da görev verilmedi?
Bu işin uzmanları, böyle büyük, böyle kış gününde gelen bir felakette en az; 35 bin askerin acilen görevlendirilmesi gerektiğini söylüyorlar.
Önceki deprem felaketlerinden hiç mi ders çıkarmadık?
Deprem kuşağında bir ülke olarak; Neden her an deprem olacakmış gibi hazırlığımızı yapamadık, yapmadık?
Bu bari ders olsun! Marmara için hemen çalışmalara başlamalıyız. Gönüllülerin istekliliği, çokluğu;
İnsanlığımızın henüz ölmediğini gösteriyor, sevinç oluyor, gurur oluyor, umut oluyor...
“Yırtık büyük, yama küçük” deyip bunu da geçiştirecek miyiz?Ülkemin başı sağ olsun....
Saygılarımla...