Cennette mutluluk

Bahattin Demiray

Dünyaya gönül veren, esir olan, iki cihanda da asla iflah olmaz. Dünyadan beklentin ne kadar büyük olursa, dünyada sıkıntı ve huzursuzluğun o derece şiddetli olur. İnsanların birbirleriyle olan münasebetlerinde, yaşama biçimlerinde, dünya görüşleri ve inançlarının ahreti kazanmaya veya kaybetmeye etkisi büyüktür.

Nitekim Seriyyu's-Sekati (rh.a) dostlarına: "İşlediğim bir hata sebebiyle tam otuz senedir tevbe etmekteyim" diye itirafta bulunmuştur. Dostlarından birisi merakla: "Bu hatanın mahiyeti nedir?" diye sorunca şu cevabı verir: "Bağdat çarşısı yanıyor diye bağırdılar. Heyecanla koştum ve benim dükkânımın yanmadığını görünce el-Hamdulillah dedim. Daha sonra kendi menfaatimi, diğer kardeşlerimin menfaati üzerine tercih ettiğimi hatırladım. Heyecanla söylediğim o söz sebebiyle tam otuz senedir. Hz.Ebü Bekir söyledi: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim, demişti ki: "Günah işleyip arkasından kalkıp abdest alarak iki rekat namaz kılan sonra da AIIah Teâla hazretlerine tevbe eden her insan mutlaka mağfiret olunur." Sonra da şu ayeti okudu. (Meâlen): "Onlar fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı zikrederler, günahlarının bağışlanmasını dilerler.)

Nefse zulüm ve başkasıyla ilgisi olmayan günah ile bir kötülük yaptıkları veya herhangi bir günah işledikleri zaman, hemen Allah'ı hatırlarlar da haya ve korkularından günahlarına hemen istiğfar ederler. Yaptığına nedamet edip kalbiyle ve diliyle affedilmesini diler ve o günahı örttürecek iyiliklere koşuşurlar. Gerçekte günahları da gafûr (affedici), rahim olan Allah'dan başka kim bağışlar? Öyle ya, affedenleri, iyilik yapanları seven şânı büyük Allah'dan çok affetmeye ve bağışlamaya gücü yeten kim düşünülebilir? İşte herhangi bir günah sonunda derhal Allah'dan utanıp da hemen tevbe ve istiğfar edenler, ve yaptıkları günahlarda, bile bile, ısrar etmeyenler, Allah tarafından mükafatları bağışlanma, günahları yokmuş gibi altından ırmaklar akan, ebedî kalacakları cennet olup, Allah'ın lütfu olan bu bağışlanma ilâhî vaad gereğince, yapılan, ibadetler, sabır ve şükür ve kanat edenlerin güzel amel sahiplerinin gözle görünmeyen ebedî yurdudur.

Amel etmeyen, tevbe etmeyen isyankârların kurtuluş ve selametleri ise böyle hak etmek şeklinde bir ahd ve vaad ile garanti edilmiş değildir. Sırf Allah'ın dilemesi ve yardımına kalmış bir şeydir. Bununla beraber onların bağışlanması da imkansız değil, caizdir. Çünkü "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, muhakkak Allah bütün günahları affeder." (Zümer, 39/53) buyrulmuştur. İkisinde de hakim olan ilâhî lütuf ve büyüklük olmakla beraber, Kur'ân dilinde biri çalışmış namuslu bir ecir, biri de ecir olmak üzere yazılan ve fakat namusuyla çalışmayıp ücret zamanı sadaka uman bir dilenci durumunda anlatılmıştır.

Şu halde kendini beğenmiş, küstah bir işçinin kovulmak tehlikesi bulunduğu gibi, tembel bir dilencinin de iman cilvesi ile ihsana mazhar oluvermesi mümkündür.

Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah Teâla Hazretleri diyor ki: "Ey Ademoğlu! Sen bana dua edip, (affımı) ümid ettikçe ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam, ben seni affederim.

Ey Ademoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim.

Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın bana kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım."

Hesap gününü düşünen her mümin, Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsim yedi kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki, arzusunu İslâm'a tâbi kılmayan kimse iman etmiş olmaz." mealindeki mübarek tesbiti üzerinde düşünmek mecburiyetindedir. Kardeşini, kendi öz nefsine tercih etsin"Ey Allah'ın Rasûlü!.. Açlıktan takatım kesildi" diyor ve içinde bulunduğu hâli ifade ediyor. bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) hanımlarına (hâne-i saadete) haber salar ve yiyecek birşeyler göndermelerini istirham eder. Fakat hâne-i saadette yiyecek bir şey yoktur.

Durum anlaşılınca Resûl-i Ekrem (sav): Bu kardeşinizi misafir edip de Allahû Teâla (cc)'nın rahmetine mazhar olmak isteyen yok mu? sualini tevcih eder. Ensardan Ebû Talha (r.a) ayağa kalkarak "Ben hazırım ya Rasûlullah!" cevabını verir. Daha sonra doğruca evine gider ve hanımına:"Resûl-i Ekrem (sav)'in misafirine yemek hazırla!.. Sakın hiçbir şeyi gizleme" istirhamında bulunur. Hanımı "Vallahi çocukların yiyeceğinden başka birşey yok!.." diyerek, içinde bulundukları hâli ifade eder. Hz. Talha (ra): "Öyle ise çocukları oyala ve uyut!.. Ben misafiri getirince onu sofraya oturturuz ve yan odaya geçeriz. Bir şeyler yiyormuş gibi yaparız. Bu gece Rasulullah'ın misafirine ikram için, kendimiz aç yatarız." diyerek nasihatta bulunur. İkram hadisesi Hz. Tallıa'nın çizdiği plan içerisinde gerçekleşir.

Sabah olunca Resûl-i Ekrem (sav); "Bu gece misafirinize yaptığınız muameleden Allahû Teâla (cc) râzı oldu ve şu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu: "Onlardan evvel (Medine'yi yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyli) bulmazlar. Kendileri fakr-ü ihtiyaç içinde olsalar bile (onları, hicret edenleri öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte onlar muradlarına erenlerin ta kendileridir."( Haşr sûresi: 9)

Peygamber Efendimiz, Hayber kalesini muhasara altına almıştı.

Bu sırada, önüne davarlarını katmış birinin İslam ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir’in, Yesar adını taşıyan Habeşli bir kölesi idi. Davarlarını güder, dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarıldıklarını görünce, “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sormuştu.

Yahudiler, “Şu, kendini ‘resûl’ diye ilan eden adamı öldürmek istiyoruz!” cevabını vermişlerdi. “Resûl” kelimesini duyan Habeşli Yesar, bir an duraklamış, bu kelimenin adeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder olmuştu.

Yesar sadece Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemiyor, meseleyi karşı taraftan öğrenmek istiyordu. Bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Resûlullah’ın huzuruna geldi!

“Sen neler söylüyor ve nelere davet ediyorsun?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem, “İslamiyete davet ediyorum. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de O’nun Resûlü olduğuma şehâdete, Allah’tan başkasına ibadet etmemeye çağırıyorum” buyurdu.

Yesar, bu sefer, “Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şehâdete bulunursam bana ne var?”

Resûl-i Ekrem, “Eğer bu iman ve bu şehâdet üzere ölürsen cennet var!” dedi.

Bunun üzerine Yesar, hemen orada Müslüman oldu.

Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve şehâdet üzere ölürse cennete gireceğini söylemişti. Ama Yesar müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muamele görüyorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.

Bu sebeple, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Ben Habeşî (siyah tenli), çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine cennete girer miyim?”

Resûl-i Ekrem’den, Yesar’ı sevince gark eden cevap geldi: “Evet, cennete girersin!” Yesar bu sefer, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Şu davarlar bana emanettir. Şimdi ben onları ne yapayım?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir” diyerek Yesar’a yol gösterdi.

Yesar hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:

“Haydi, artık sahibinize dönünüz.”

Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahiplerinin yanına vardılar

İslamiyetle şereflenen Yesar, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahit olmuştu. Mücahitler safında, düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden, kalelerden atılan taşlarla şehit oldu. Böylece, “bir vakit namaz kılma fırsatını bile bulamadan cennete uçan Müslüman” unvanını aldı.

Şehit Yesar’ın cenazesi karargâha getirildi. Üzeri örtülü idi. Yere uzatılmıştı. Cenazeye bakan Hz. Resûlullah’ın bir ara yüzünü çevirdiğini fark eden sahabeler, merakla, “Yâ Resûlallah! Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?” diye sordular.

Resûl-i Ekrem Efendimiz sebebini izah etti: “Şehit, vurulup yere düştüğü zaman cennet hûrîlerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları siler ve ‘Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın, seni öldüreni öldürsün!’ derler. Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevketti. Allah’a hiç secde etmediği halde, cennet hûrîlerinden ikisini, onun başucunda gördüm!”

İşte, az ihlâslı amel ve işte, ebedî saadet, sonsuz mükâfat ve ecir!

Bu bize, hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlâs ve samimiyet ile teslimiyetin önemini veriyor. Peygamber Efendimiz, iman ve İslam’a davette insanlar arasında asla içtimaî mevkii ne olursa olsun fark gözetmiyordu. Yesar kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi; üstelik, içtimaî seviyesi o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor, Müslüman olup olmamasında hâşâ herhangi bir küçümseme eseri göstermiyor; aksine, gayet ciddi bir şekilde ona İslamiyeti anlatıyor, böylece de ebedî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.

İslama ve imana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünce içinde bulunarak Peygamber Efendimiz gibi hareket etmesi gerekir!

“Biz Pergel gibiyiz. Bir ayağımız Şeri'at'de sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır.” “İyiler gittiler. Güzel usûl ve adetleri kaldı; | kötü adamlardan da zulümler ve lanetler!” “Neyi arıyorsan o'sun sen.” “Altın ne oluyor, Can ne oluyor; İnci, Mercan danedir, bir sevgiliye harcanmadıktan, bir güzele feda edilmekten sonra.” “Hiddet ve Şehvet insanı şaşı yapar; Ruhu doğruluktan ayırır...” “Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız kuş gibidir, Vah Ona!” “Testide ne varsa dışına o taşar.” “Rüşvet alan, Para pul padişahı değiliz; Paramparça olmuş gönül hırkalarını diker, Yamarız biz.” “Hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır? Hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiş.” “İlim gönüle yansırsa, insanlığın iyiliğine kullanılırsa yardım olur; amma tene, maddeye yansırsa, bu bir yük, bir ağırlık, bir felaket olur. “Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun.” “Ey başkalarına ağlayan göz! Gel, bir müddetcik otur da kendine ağla.” “Denizi bir testiye döksen ne kadar sığar? Bir günlük kısmet! Harislerin göz testileri dolmaz; halbuki sedef kanaat etmedikçe içi inci dolu olmaz. Hayvan otla semirir, insan da yücelikle, şerefle gelişir. Güzel ne iyi suret; bil ki kötü huyla beraber olunca bir kalp, akça bile etmez. Aşk o yalımdır ki, parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.” “Bir sofranın çevresine yüz tane adam oturur, yer. Fakat baş olmak isteyen iki adam, dünyaya sığamaz.” “Sana Allah bu canı bedava verdi de o yüzden canının kıymetini bilmiyorsun.” “Cenab-ı Hakk, yüz binlerce kimya, ilaç yarattı; amma insanoğlu sabır gibi bir kimya görmüş değil.’’

Hz. MEVLANA

Ey Rabbim! Beni insanların nazarında büyük, Kendi nazarında da küçük eyleme…Hz. Ebûbekir r.a. Selam ve duayla.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.