Dil, insanın en önemli azasıdır, insana mahsus bir nimettir. İnsanlar onunla konuşur, onunla meramını ve derdini anlatır, onunla anlaşır, onunla kaynaşır. Ancak öyle bir zaman olur ki, onu yerinde ve zamanında kullanmadığınızda o nimet sizin felaketiniz haline gelebilir.
Bir sözü söylemeden önce o sizin esirinizken, söyledikten sonra siz onun esiri durumuna düşebilirsiniz. Öyleyse geri dönüşü olmayan hatalara düşmemek için dilimize hâkim olmalı, ne söylediğimize, ne için söylediğimize çok dikkat etmeliyiz.
Diyelim ki, çeşitli siyasi, ideolojik, ekonomik veya farklı kaygılarla kendinizi savunmak, haklılığınızı ispat etmek amacıyla hoşunuza giden, fakat teyide muhtaç bir şeyi dillendirdiniz, o sözün yanlış olduğunu bildiğiniz halde nefsinize ve gururunuza yediremediğinizden “Ben yanlış söyledim” deme cesaretini kendinizde bulamayabilirsiniz, hatta o sözün doğru olduğunu ispatlamak için bin dereden su getirtme mecburiyetinde bile kalabilirsiniz. İşte esir oldunuz dilinize demektir.
Özellikle birçok acıların yaşandığı şu günlerde; İdlib’te şehit olan askerlerimizden tutun deprem felaketine, çığ olayına kadar birçok şeyde bazı makam sahipleri, parti liderleri, ideolojilerini önceleyen art niyetli insanlar, kanaat önderleri, akademisyenler algı peşinde acılar üzerinde yalan yanlış şeyleri sarf ediyorlar. O sözlerinde isabet edemediklerini anladıkları halde erdemlilik gösterip özür dilemek yerine, bu sefer her davranış ve sözlerini o ilk söyledikleri ve iddia ettikleri şeyleri desteklemek için sarf etme gereği duyuyorlar. Yani yanlış bir davranışı başka bir yanlışla, yalanı başka bir yalanla telafi yolunu tercih ediyorlar. Sözlerinin esiri olanlar büyük kitleleri peşinden sürükleyen insanlar ise tahribatları doğal olarak daha ağır oluyor. Kendilerine inanan ve tabi olanlarda o esareti yaşamak mecburiyetinde kalıyorlar…
Peygamberimiz (s.a.v.), dilin insanı ve azalarını nasıl etkilediğini bir hadisi şerifinde şöyle ifade buyuruyor:
“Âdemoğlu sabahladığı zaman tüm azalar dile hatırlatıcı oldukları halde sabahlarlar, yani derler ki: “bizim hakkımızda Allahtan kork, zira sen müstakim olursan(doğru) bizde oluruz sen inhiraf edersen(yanlış olursan) bizde inhiraf ederiz(yanlış oluruz)”(Tirmizi)
Atalarımızın, “Kılıç yarası onulur, dil yarası onulmaz” ve “ dil ile düğümlenen diş ile çözülmez” derken dilin insana verdiği zararı ne kadarda güzel ifade etmişlerdir. Kılıcın verdiği yara, ne kadarda derin olursa olsun iyileşir, belki unutulur. O yarayı açan affedilir çünkü acı durmuştur, sızı dinmiştir. Ancak dilin insan üzerinde bıraktığı menfi tesirin etkisi kolay kolay geçmez, onun açtığı yaranın merhemi kolay kalay bulunmaz.
Söz, akıl süzgecinden geçirilmeli, mantığın terazisinde tartılmalı, karı zararı hesap edildikten sonra sarf edilmeli. Çünkü söz, yaydan çıkan ok, namludan fırlayan mermi gibidir; ne ok geri döner, nede mermi. Sözün güzeliyle insanlara fayda sağladığımız gibi zararlı olanıyla kul hakkına gireriz. İnsanlara zulmetmiş, onları zarara uğratmış oluruz.
Kısaca söz, kolay bir şekilde ağızdan çıktığı halde sonuçları çok ağır ve etkili, olabileceğinizi hesap etmeliyiz. Hata yaptığımızı anladığınız anda özür dilemeli, ilgili insandan helallik istemeliyiz. Burada da başka bir çıkmaz söz konusu. Diyelim ki bir toplumu ilgilendiren, herkese zarar verebilecek bir söz sarf ettiniz, hatanızı anladınız kimden helallik isteyip özür dileyeceksiniz.
Bu derece etkili organımız dille ilgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:
“Cesette hiçbir aza yoktur ki tek başına Allah katında dilden şikâyetçi olmasın. Yani bütün azalar dili tek tek şikâyet etmektedirler” (İbni Ebi Dünya, Beyhaki)
Evet, dil istikamet üzere olduğunda, insanda istikametten şaşmaz, ancak sözün pervasız kullanılması, insanı adeta o yoldan çeker alır, şeytani yollara saptırır, nefsine uydurur.
Peygamberimiz(s.a.v.)’in bir hadisiyle yazımızı bitirelim:
“Hayır, hariç, dilini hazineye çek. Yani konuşma. Muhakkak böyle yapmakla şeytanı
Mağlup edersin.”(İbni Ebi Düyya.)
Selam ve dua ile….