Meşhur bir anlatı vardır; ABD’nin dış politikasını kurgulayan, dönemin efsane Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’e atfedilen.
Kissinger’in itelemesiyle, KDP’nin kurucusu Molla Mustafa Barzani, Irak’a başkaldırır. Tabi İran da bu işin arkasındadır. Derken dış politikanın şartları değişir, Barzani ve peşmergeleri, Saddam’ın önüne atılır.
Peşmergeleri ve kendisi epeyce dayak yiyen Barzani, Kissinger’e, “Hani bizi destekliyordunuz, niye böyle oldu Sayın Kissinger?” diye sitem edecek olur. Kissinger’in cevabının iki ayrı rivayeti var.
Diplomatik olan rivayette, Kissinger, Barzani’ye şöyle der: “Sayın Barzani, gizli servis faaliyetleri bir hayır işi değildir…”
Bu rivayetin avamî olanı ise şöyledir: “Sayın Barzani, dış siyaset yapıyoruz; sizinle amcaoğlu olmadık…”
Hangi rivayeti beğenirseniz onu seçin. Her ikisi de, dış politikanın işleyişini çok güzel özetliyor.
Evet, ülkeler arasındaki ilişkiler, insanlar arasındaki ilişkiler gibi yürümüyor. Bugün dost gibi göründüğünüz, yarın düşman safına geçebiliyor. Ya da bugün küs olduğunuzla yarın barışmanız gerekebiliyor.
Efendim, kendisini muhalif mahalleye konumlandıran bir yığın siyasetçi, akademisyen, yazar-çizer, çalar-oynar, şarkıcı-türkücü tayfası, Türkiye’nin dış politikadaki manevralarını, Kissinger rivayetindeki gerçeklikten kopuk yorumluyor. Yok, dün ‘darbeci’ dediğimiz Sisi ile barışıyormuşuz… Yok, BAE’nin maymun suratlı veliaht bilmemnesiyle dün kavgalıyken bugün aynı masaya oturmuşuz… Yok, Suriye diktatörü ile kanka iken düşman olmuşuz… Yok, dün Ukrayna ile Rusya arasında, terazinin Rusya tarafına hafiften bastırırken, şimdi Ukrayna tarafındaki ayağımıza biraz daha yüklenmişiz… Ve nihayet, İsveç’in NATO üyeliğine karşıyken, Vilnius Zirvesi’nde bizi ikna etmişler.
Şimdi…
Önce şurada anlaşmalıyız: Dış politika, bir ‘kankilik’ meselesi değildir. Kimse kimseyle dost olduğu için ilişki kurmaz; beğenmediği için de düşmanlık sergilemez. Dönemin şartlarına bağlı olarak, ülke menfaati ne gerekiyorsa o yapılır. Bazen, birbiriyle sorunlu ülkeler veya ittifaklar arasında sarkaç tavrı da sergilenir. Dönemin şartları da her an değişebilir. Aslolan, Türkiye’nin ve Türk Milletinin yüce menfaatleri o anda neyi gerektiriyorsa öyle davranmaktır.
Elbette burada ‘ahlâkî bir çizgi’ bulunacaktır ve zaten vardır. O da, kendi menfaatlerini korurken, güçsüzlere karşı insafsızlık ve zulüm etmemektir. Yani, orada da adalet terazisini sağlam tutmaktır.
İSVEÇ: OLSA NE OLMASA NE?
İsveç’in NATO üyeliği, mutlak anlamda Türkiye’nin zararına veya faydasına mıdır? Bence İsveç NATO’da olsa da olmasa da bizim için fark eden bir şey yok. Hatta NATO olsa da olmasa da…
Türkiye, İsveç’in bu üyelik talebi üzerine, eline güzel bir koz geçirdi. Bu küçük çaplı ülkenin, bize karşı yürüttüğü boyundan büyük kötülükleri bertaraf edebilmek adına, ‘veto’ kartını kullandı. Hem de oyunu gayet güzel kurguladı.
Tuzu kuru ve burnundan kıl aldırmayan İsveç, Türkiye’nin vetosu karşısında, bizimle masaya oturup, “Valla-billa bir daha terörü desteklemeyeceğim, teröristleri iade edeceğim…” filan mealinde mutabakat muhtıraları imzaladı. Sonra anayasasında ve yasalarında değişikliğe gitti. Dahası, kendi iç siyasetlerinde, daha önce hiç mevzu bile olmayan tartışmalar başladı, teröre destek bağlamında.
Türkiye, çok sağlam bir noktada durduğundan ve dahi 14-28 Mayıs seçimleri ülkemiz ve Türklük adına güzel bir sonuç ortaya koyduğundan, İsveç’in NATO üyeliği kapsamında tüm AB ülkeleri ve ABD ile olan ilişkilerine yeni bir ayar verdi.
Bakınız, “Neyin karşılığında vetoyu kaldırdık? İsveç sözünde duracak mı?” gibi abuklamaları geçelim. Şahsen İsveç’in terör destekçiliğini bırakacağını düşünmüyorum. Teröristleri bize iade etmesini de beklemiyorum. Hatta Türkiye’nin AB üyelik sürecinin önünün açılması için İsveç veya diğer kibirli AB üyelerinin kılını kıpırdatacağına da ihtimal vermiyorum.
Peki ya ne?
Şu: Türkiye, günümüzün büyük devletleriyle göz hizasında muhatap oluyor. Tezlerini dayatıyor. Karşısındakileri epeyce gezeletiyor. Türkiye’yi ikna etmek için bir yığın takla atmak, yeni yeni siyaset geliştirmek, hatta bir yığın yalan söylemek zorunda kalıyorlar. Buna, Türkiye’nin ‘pozisyon üstünlüğü’ de diyebilirsiniz.
Peki, eskiden böyle miydi? Adamlar bir iki kaş ağartıp göz belerttikten sonra bizi lokuma çevirir, en küçük bir homurtumuza bile tahammül göstermezlerdi.
Elbette Türkiye, yükselttiği elini muhafaza etmek için azami gayreti gösterecek. İsveç ve AB ülkelerinin, bize karşı yaptığı haksızlıkları gidermek veya azaltmak için, başta anlaşmanın TBMM’de onay şartı olmak üzere, elindeki tüm kozları kullanacak.
Buralardan elde edilecek ilave faydalar küçümsenemez.
Fakat halihazırdaki duruma bakarsak, İsveç’in NATO üyeliği, bize ne kaybettirir? Hiçbir şey… Kazandıracağı bir şey de yok. Sonuçta Türkiye, geçmişte maruz kaldığı tehditler karşısında ‘İsveçsiz’ NATO’dan ne hayır gördü ki, gelecekte ‘İsveçli’ NATO’dan ne hayır beklesin?
İşin ‘şöyle dediydin, böyle yaptın’ meselesini köpürtenler, ya dış politika işini zerre kadar bilmiyorlar, ya da Türkiye’nin ve Türk Milletinin yüce menfaatleri yerine kendilerinin küçük faydalarını önceliyorlar. Tabi, karşımızdaki ‘düşman’ ülkelerin menfaatlerine göre pozisyon aldıklarını söylemek istemiyorum; zira bunun adı ‘vatan hainliği’dir.
Türk Devleti ve başındaki yönetim, son 200 yıldır, Abdülhamit Han ve Atatürk dönemi dışında bir türlü yürütemediğimiz diplomasi satrancını gayet güzel yürütmektedir.
Türkiye, hızla irtifa kazanıyor; arkanıza yaslanın ve keyfinize bakın.