“Topraktan geldik, toprağa gideceğiz…” Ne güzel söylemiş Mevlana. Milyonlarca hayat çeşitliliği barındıran doğanın, küçücük bir parçasıyız bizler, insan kimliğimizle. Henüz keşfedilmemiş milyonlarca sır barındıran doğanın bir parçası olarak, toprakla başlayıp toprakla bitecek ömrümüz, doğanın değişkenliğine benzeyen onlarca değişkenliğe ev sahipliği yapmakta.
Bir bebek dünyaya geldiğinde, tomurcuklanıyor ağaçlar. Mutluysak, doğuyor güneş, hüzünlüysek batıyor. Sevdiklerimizi kaybettiğimizde, kocaman bir sel alıp götürüyor benliğimizden sonsuza dek varlıklarını. Toplu kayıplarda tsunami yaşıyoruz insanlık olarak. Toprak kayıyor savaşlarda. Simsiyah kaplıyor insanlığın üstünü. Bir saniyede kesiliyor nefesler. Balçıkla kaplanıyor tüm bedenler.
Öfkelendiğimizde, şimşekler çakıyor beynimizde. Sona eren birliktelikler, iş, şehir, ülke değişikliği gibi hayatımızı etkileyen, aniden ortaya çıkan büyük değişimler, deprem etkisi yaratıyor bünyemizde. Ya enkazın altında kalıyoruz, ya da kocaman çatlaklar oluşuyor yüreğimizde.
Bünyesinde oluşan tüm yıkımsal değişimlere inat, her gün yeniden doğuyor “doğa”. Yıkımı da barındırıyor yüreğinde, tamiri de, yeniden oluşumu da. Dimdik duruyor tüm mağrurluğuyla olumsuzluklar karşısında. “Ben varım” diyor, tüm ihtişamıyla. Yarası da, yâri de, yolu da, yoldaşı da kendi içinde. Hep filizde, hep çiçekte. Bıkmıyor doğmaktan, yılmıyor batmaktan.
Ömür dediğimiz sınırlı sürede, olumlu ya da olumsuz ne yaşarsak yaşayalım anahtarı içimizde. Kaderimizde varsa eğer, ne kadar hesap yaparsak yapalım, hesapta olan değil, nasipte olan geliyor başa.
Tecrübe denilen olgu yaşamakla doğru orantılı. Önlem almak, yaşanmışlıklardan ders çıkarmak, öğüt almak da insan olmanın gerekliliği. Hayatımıza (iyi ya da kötü) gelenleri nasıl karşılıyoruz, hayatımızdan gidenleri nasıl uğurluyoruz? Önemli olan bu.
Ne yaşarsak yaşayalım, -doğanın bir parçası olmanın bilinciyle- hep filizlensin dallarımız, hep doğsun güneşimiz.
Hayat güzelliklere gebe…
Sağlıcakla kalın…