DOKTOR  (öykü)

Cemal Kayı

.....Coşku böyle sürüp giderken Ilık Yusuf, oturduğu köşeden ortaya fırladı:

"Arhadaşlar, gonşular, misafirler şindi meni diğneyin!"

Konuşması genizden dilini damağına bastırır gibi geliyor, sözcükleri farklı söylemiş gibi olsa da ne söylediği anlaşılıyor, hatta bu durum konuşmasına sevimli bir hâl katıyordu.

Ilık Yusuf, ortanın üstünde boylu, saçı sakalı aynı anda üç numara tıraş edilmiş gibi kısa, katır yelesi gibi düzgün ve açık gri renkteydi.

19 Nisan 1938 zelzelesinden sonra Hacıselimli Köyünden ayrılan ve Hacıselimli Köyünün beş kilometre uzağına kurulan Çelebiuşağı köyünden geliyordu. Aynı aşiretten olmasalar bile deprem öncesi uzun bir süre aynı köyde yaşadıklarından konuk sayılmazdı. Kollarına uzun gelen ceketinin içindeki ellerini sallayarak konuşuyordu.

"Arhadaşlar, mu oyun yeter! Şindi tohdur oyunu oynayacağız. Men tohdur olacağım. Osman sen odacı, Selahaddin sen hemşire, Muharrem, sen de hasta ol!" deyip, İsmaillerin Osman'ı, Fatığ'ın Osman'ın oğlu Muharrem'i, Pantırlar'ın Selahaddin'i gösterdi...

Selahhaddin'in :"Niye, ben avratmıyım da hemşire olacağım, ben oynamıyom!" itirazına sağdan soldan.

"Ne var bunda yav! şunun şurasında bir oyun oynayıp ağleneceğik. Haydi n'olur, kabul et!" diye üstelediler, Selahaddin gönülsüz de olsa: Tamam" dedi.

Muharrem, rolünün ne olacağını, oyunda başına neler geleceğini bilmeden büyük kuşkular içinde ölüme gidiyor gibi koşulsuz teslimiyet ve çaresizlik içinde çevrenin baskısıyla rolünü kabul etti. Odadan çığlıklar, alkışlar yükseldi...

Kaşla göz arası Ilık Yusuf'a beyaz bir gömlek giydirdiler, steteskop yerine boynuna bir el feneri astılar. Eline neye yarayacağını ilerde görüp anlayacağımız seksen yüz santimetre uzunluğunda bir sopa tutuşturdular.

Osman'ın sırtına hademe önlüğü yerine uzunca gri renk bir giysi geçirdiler. En kolay Selahaddin'i hazırladılar. Konuk odası zaten Selahaddin'in olduğundan kısa sürede karısı Zeynep'in çiçekli entarisini giydirip, başına yazmasını bağladılar.

Sedye yerine her evde bulunan söğüt ağacından yapılmış basit, eğri bir merdiven getirdiler. Muharrem'i  sırtüstü merdivene yatırdılar. Muharrem gerçekten ameliyata girecekmiş gibi tedirgin, yattığı sedyeden başını kaldırıyor, akibetinin ne olacağını seyircilerin yüzlerine tek tek bakarak okumaya çalışıyor, oda dolusu seyircilerin gürültüsü şamatası altında merdiven sedyeden kalkmaya çalışırken kollarından omuzlarından bastırılıp engelleniyordu...

Kalkması, hatta hareket etmesi şöyle dursun, tatlı sert komutlarla, sitem dolu sözlerle:

"Sus ulan yat yerine, golay mı ameliyata girmek! Sen de amma zaybağmışsın, elbette her türlü önlemi alacağız!" diye azarlanıyordu...

Hasta hazırlandı, sedye üstündeki hasta, iki gönüllüyle beraber dışarı çıkarıldı. Odanın ortası boşaltılıp bir masa iki sandalyeyle tanı odası (Muayene) haline dönüştürüldü. Sandalyenin birisinde doktor, diğerinde hemşire çok samimi bir şekilde oturuyor, arada sırada birbirine resmiyet dışı şakalar yapıyorlardı...

Kapı çalındı. Doktor hemşire şakalaşmaya devam ediyorlar, kapı sesini duymamış gibi davranıyorlardı. Kapı tekrar biraz daha ürkek, biraz daha korkak çalınırken odacı, sinirli bir şekilde içerde oda boşluğunda, oturduğu sandalyeden kalkıp kapıyı açtı:

"Ne var, n'oluyor! patladınız mı? Geldik işte!"

Hasta sahibi şapkası elinde ceketinin olmayan düğmelerini iliklemeye çalışıyor, eğilip bükülüyordu.

"Efendim hastamız var da..."

Daha sözlerini bitirmeden kapıcı, "Bekleyin, işimiz var!" diyerek kapıyı hasta sahiplerinin yüzlerine kapadı.

Bu arada içerde hemşire ile doktor cilveleşiyor, dışarda ise hasta bağlanarak yattığı merdiven sedyeden herkese; doktora, hemşireye, odacıya, haline gülen seyircilere söverek hırsını almaya çalışıyordu...

Odacı,  doktorun talimatı üzerine:

"Sizde adama hiç rahat vermiyorsunuz yav, sanki patladınız!" diye söylenerek kapıyı tekrar açtı, hastayı hasta yakınlarının taşıdığı sedyeyle beraber içeri aldı.

Doktor odasına girildiğinde doktor hemşire biraz toparlandılar, hemşire manâlı manâlı biraz da kırıtarak bir köşeye çekildi. Doktor, yerinden kalktı:

"Nesi var munun? Getirin şuraya, mizim de gendimize göre işlerimiz var canım, olmaz mı?" diye genizden söylenip emirler vererek odanın ortasını gösterdi.

Hasta sahipleri, odacının da yardımıyla sedyeyi odanın ortasına taşıdılar...

Sedyede hasta rolünde yatan Muharrem, başına gelecekleri az da olsa tahmin etmiş olmalı ki, gözlerini tek tek seyircilerin gözlerinde gezdiriyor, yakarıyor, çaresizliğini belli etmeye çalışıyor, seyirciden yardım istiyordu.

Hastayla beraber seyircilerin birçoğu, bilhassa çocuklar böyle bir oyunu ilk defa gördüklerinden büyük bir heyecan ve merak içindeydiler. Oda'da sesler kesilmiş ortalık:

*Suyu soğulmuş değirmene dönmüştü..."

Doktor elindeki feneri hastanın önce gözlerine daha sonra, kulaklarına tutup eğilerek baktı. Göz kapaklarını yukarı kaldırıp indirdi. Elindeki sopa ile hastanın dirseklerine diz kapaklarına bir kaç kez vurdu!

Kötü bir hastalıktan süphelenmiş gibi, ciddi ve gergin bir yüz ifadesiyle:

"Önce bir çarşaf getirin, sonra hastayı soyun!" dedi.

Getirilen çarşaf gerdirilerek sözde dışardan görünmesini! engellemek amacıyla hasta çembere alındı.

Hastabakıcı, hemşire, hasta sahipleri hastanın kemerini çözüp pantolonunu, donunu aşağı indirirken hasta tüm gücünü kullanarak sedyeden kalkmaya çalışıyor, ancak elleri ayakları sıkı bir şekilde bağlı olduğundan sövmekten başka elinden bir şey gelmiyor,  sövüyor, sövüyor sövüyordu...

Hastanın donunu diz kapağına kadar indirdiler. Doktor elindeki sopayla hastanın mahrem yerlerini karıştırıyor, hemşire utanıp yüzünü dışarı çevirirken hastabakıcı gördükleri karşısında şaşkın bir ifadeyle:

"vay babbam vaaay! Vay babbam vaay! diye çığlıklar atıyordu...

Odada sessizlik yerini büyük bir gürültüye, şamataya bıraktı. Seyirciler olaya daha yakından tanık olabilmek için kahkahalar atıyorlar, bir o yana bir bu yana dalgalanarak çarşafı zorluyorlardı. Düğün kâyesi (Kâhya) savurduğu kemerle hastayı korumaya çalışıyor gibi yapıp ara sıra çarşafın ucunu hafifçe yukarı kaldırarak herkesin görmesini sağlarken kemeri de seyircilere rastgele indiriyordu...

Doktor, yerinden doğrulup elini kaldırarak bağırdı:

"Susuuun, susuuun!"

Şimdi doktor tanısını koyacaktı! Herkes sustu, pür dikkat doktorun tanısını söylemesini beklemeye başladı.

Doktor umutsuz bir hastalık, onmaz bir hasta karşısında gösterilen üzgün tavırlarla başı yana eğik: "Bu çok ürküntücü (Bulaşıcı) bir hastalığa yakalanmış, tedavisi mümkün değel...Götürün atın bunu!" dedi...

Hasta, hasta sahipleri, hemşire, hastabakıcı, konuklar çoluk çocuk tüm köylüler odadan dışarı çıktılar. Hasta, sedyeyle birlikte hasta sahiplerinin omuzunda tüm seyirciler peşlerinde, davul zurna eşliğinde gülüp oynayarak, lüks lambasının ışığı altında hastayı götürüp Kasım ayının akşam ayazında Körkuyu Çeşmesinin gölüne atıp döndüler...

* Zaybak: Dayanıksız, sabırsız.

* Soğulmak: Kesilmek, akmamak

*Bu öykü, *USTA VURULDU* adlı öykü kitabımdan kısaltılarak buraya alınmıştır.

*Bu öykü, köy seyirlik oyunu*dur. Çocukluğumda görüp tanık olduğum bu *köy seyirlik oyunu*nu gelecek kuşaklara aktarabildiysem ne mutlu bana...

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.