Doyumsuz insan

Cemal Kayı

Sabah çizgi film seyrettim. Çocuklar gibi erkenden uyandım, panda fotoğraflı pijamamı sırtıma geçirip yatağa ters uzandım. Yatarken başımın geldiği tarafa ayaklarımı, ayaklarımın geldiği tarafa da başımı koydum. Yastığı çenemin altına, dirseklerimi döşeğe dayayıp, yüzümü avuçlarımın içine alıp televizyona döndüm. Tabanı yukarı bakan ayaklarımı bir kaldırıp bir indirirken kocayıp çatallaşmış sesimle kahkahalar attım. Kahkahalarımda çocukları taklit etmeye çalışırken, bazen öksürüğe tutulup, böğürür gibi sesler çıkarıyor bazen de, gerçekten gözlerimden yaşlar gelinceye kadar gülüyordum. Kısa bir süreliğine de olsa çocukların renkli dünyalarında gıptayla dolaştım…

Müthiş renklere bezeli ağaçlar, çiçekler hayvanlar gördüm. Mavi renkli kirpi, kırmızı renkli fil yavrusunun en iyi arkadaşı olurken, pembe sırtlanla, gökkuşağı renkli zebralara bayıldım. Kocaman ayaklarını nereye koyacağını bilemeyen patavatsız ren geyiği ile mor üstüne mavi çizgili giysileriyle ortada donjuan gibi dolaşan saçları jöleli aslanın dostluğu gözlerimi yaşarttı. Anasına naz yapan sevimli mi sevimli ayıcıklarla hep ayakaltında dolaşan perişan tavşanlar, koca koca popolarını sallayıp kırıtarak gezen şemsiyeli su aygırları vardı… Her hayvan bir diğeriyle dost, bir diğeriyle arkadaştı… Arka planda sivri zirvesi buzullarla kaplı çelik renkli,  görünüşünden bile üşüyeceğiniz dağlar yükseliyordu…

Parka çıktım. Sonbahar hüznü dallarda yapraklarda otlarda, havada… Sararan yapraklar tutundukları dallardan dökülüyor, mevsim hazan… Bazıları direnip, yeşerdiği dala tutunmaya çalışsa da bir süre sonra o da düşüyor… Yakından uzaktan yakınlarının komşularının bir bir düşüp gidişini seyrederken bir gün sıranın kendine geleceğini düşünmemişti bile…

Bazıları daha körpeyken, yeşilin en güzel tonundayken, sallanıp düştüler… Çocukluk arkadaşlarımdan  birlikte oynadığımız İdris gibi, Hacı İbili gibi, rüzgâra fırtınaya dayanamadılar… Bazıları, gençliğinin baharında lise yıllarında üniversite yıllarında hoyrat ellerce katledildiler…

Oturduğum yerden ağaçlara, dallara bakıyorum yaprakların yere düşüşleri sanki tepedekilerden başlıyor gibi. Dip kısmına inildikçe yeşil yaprak yoğunluğunun daha fazla olduğunu, mesafenin yakınlığı nedeniyle düşüşün daha yumuşak gerçekleştiğini görüyor, hızlı çıkılan zirveden düşüşün de hızlı olacağını düşünüyorum…

Parkın hemen yanı mezarlık. Hava kapalı gökyüzü açık gri rengiyle basık, ortalık sessiz. Ne bir kuş cıvıltısı ne de bir çocuk çığlığı, sabit aralıklarla uzaktan geçen metronun çelik sesi duyuluyor.

Avusturya’da Ulusal Bayram bugün. Parkta insan sayısı çok az. Ne o baharın, iliklerinize, ruhunuza işleyen coşkusunu ne de yazın rahat tavırlarını görüyorsunuz insanların ağır hareketlerinde… Giyimler siyah, ya da kahvenin grinin tonları, tıpkı yandaki mezarlığın taşlarının rengi gibi kasvet yüklü hüzünlü…

Mezarlık bakımlı temiz, içi ve çevresi yeşilin tonlarından ağaçlarla güllerle bezeli hani; “İnsanın ölesi geliyor” derler ya, hah işte tam da öyle! Arap ülkelerinde yanından geçerken görüp her seferinde üzüldüğüm güneşin kavurucu sıcağının altında, küçücük kum tepecikleri gibi mezarların içinde yatan insanların sızısı bir kez daha oturuyor yüreğime ne bir karış çimen ne de bir ağaç… “Gelişmiş Demokratik ülke insanlarının dirisi de ölüsü de rahat” diyorum kendi kendime.

Sevenleri mezarda yatanların ziyaretine geliyor. Avusturyalılar dini bayramlarında olduğu gibi milli bayramlarında da toprağa verdikleri sevdiklerini ziyaret ederler. Grup grup tek tek geliyorlar ellerinde mumlarla çiçeklerle… Elleri boş gelenler girişteki stanttan mum ya da çiçek alıyorlar. Mumları yakıp mezar taşına koyduktan sonra bazıları çökerek bazıları ayakta dua ediyor konuşuyor, yatana bilgi veriyor; Çocuklarından ailesinden ülkesinden dünyadan  yaşamından haber ulaştırıyor… Yatanlar sessiz, ketum, hep dinliyorlar, bilgi alıyorlar, ancak hiçbir bilgi vermiyorlar. Bu hep böyle olmuş, dün olduğu gibi bugün de böyle, gelecekte de böyle olacak. Yunus Emre’nin şiirini mırıldanıyorum:

Yalancı dünyaya konup göçenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Üzerinde türlü otlar bitenler

Ne söylerler ne bir haber verirler.

Kiminin üstünde biter otlar

Kiminin başında sıra söğütler

Kimi masum kimi güzel yiğitler

Ne söylerler ne bir haber verirler.

Toprağa karışmış nazik tenleri

Söylemeden durmuş tatlı dilleri

Gelin duadan koman bunları

Ne söylerler ne bir haber verirler.

Yunus derki gör takdirin işleri

Dökülmüştür kirpikleri kaşları

Başları ucunda hece taşları

Ne söylerler ne bir haber verirler.

Muhtarlık seçiminden birkaç gün önce ölen Cıbır’ın Mustafa’ya köylüsü Mazı’nın Hilmi, mezarlığın yanından pazara giderken bağırır; “Sen de duy, ey Cıbır’ın oğlu Mustafa, sen de duy! Boklu’nun Veli, köye kâye (muhtar) oldu! Sen de duy!”

Cıbır’ın Mustafa’nın duyup duymadığını bilmem ama bizler Mussolini’den Hitler’e, Hitler den Frankoya, Franco dan Çavuşesku’ya kadar onlarca diktatörün ülkelerinin başına birer kurtarıcı gibi gelip kaldıkları süre içinde demagojilerle kitleleri uyuturlarken ülke kaynaklarının bir kısmını dış bankalardaki hesaplarına, bir kısmını da tutunmasını sağlayan yandaşlarına aktardıklarını biliyoruz.

İtalyan Faşist Diktatör BENİTA MUSSOLİNİ, Temmuz 1943’te İkinci Dünya Savaşı beklentilerinin hezimetle sonuçlanması üzerine siyasetten atıldı. Hotel Campo İmperatore’ye hapsedildi. Ancak Alman paraşütçüler tarafından kaçırıldı, Almanya’ya götürüldü. İkinci Dünya savaşı bitince de İtalya’ya getirildi. Nisan 1945’te, Mussolini ile sevgilisi Clara Petacci, İspanya’ ya kaçmak isterken solcular tarafında yakalanıp öldürüldüler. Cesetleri Milano’ya götürülüp baş aşağı asılarak yoldan geçenler tarafından yüzüne tükürüldü, taş atıldı…

Adil dağıtıldığı halde dünya nimetlerinin tüm insanlara yeteceği bir gerçektir. Yaşanılası dünyayı cehenneme çevirenlerin sonları feci şekilde ölümdür. İslam dinindeki cenazelerin sadece kefenle gömülmesi insanlara çıplak geldiğini gene de çıplak gideceğini düşündürerek ibret alması için bir ders amacındadır.

Sabah çizgi film seyrettim, filmde herkes birbirine dost, kurtla kuzu, aslanla geyik, kirpiyle leylek arkadaştılar. Hepsi birbirine yardım ederek, paylaşarak münafıkları aralarından kovarak dostluk içinde, dayanışma içinde yaşıyorlardı…

Diktatörlerin gelişleri nasıl olursa olsun, gidişleri hep halk ayaklanmasıyla, ölümleri ise FECİ olmuştur.

Faşist Diktatör Mussolini, ölmeden önceki bir röportajında; “YEDİ YIL ÖNCE İLGİNÇ BİR KİŞİYDİM, ŞİMDİ BİR CESEDİM” diyordu.

Saygılarımla…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.