Dünyamız değiştiğinde imandan sonra namazdan olacaktır.” (İmam-ı Rabbani) Dinimize hizmet eden herkes çok kıymetlidir.. Birbirimizi Doğum günün kutlu olsun abi ailenle sevdiklerinle beraber nice mutlu yıllara inşallah. Hiçbirimizi hakir görmeyelim. Çok sarhoşlar imanlı gitmiştir. Nice âlim veya şeyh geçinenler de imansız gitmiştir. Fâsık bile olsa, Ehl-i sünnet itikadında olan bir müminin kalbindeki nuru dünyaya çıkarsalar, imanının nuru güneşin ziyasını kapatır. Mümin o kadar kıymetlidir. ”Ey insanoğlu, niçin kardeşini çekemiyorsun? Ona verilen onun hakkı ise, Allah-u Taalanın ikram ettiği kimseye, kızmaya ne hakkı var? Şayet hakkı değilse, Cehenneme girecek adamın, nesine çekememezlik edersin?” (Hasan-ı Basri)
Sultan Alparslan, Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasan Valisi Çağrı Bey’in oğludur. 20 Ocak 1029’da doğdu. 27 Nisan 1064’te büyük bir törenle tahta çıktı... Yaptığı fetihlerle devletin sınırlarını batıya doğru genişletti. Bizans İmparatoru Romanos Diogenes ile 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’te yaptığı savaşı kazanarak Anadolu kapılarını Türklere açtı. Türk tarihinin dönüm noktası kabul edilen bu zafer, Alparslan’ı Türk tarihin en büyük hükümdarlarından biri yaptı.
Malazgirt Zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Maveraünnehr’e doğru sefere çıktı. Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu. Ordunun başında Buhara’ya yaklaştı. Amuderya Nehri üzerinde bulunan Hana Kalesini muhasara etti. Kale komutanı, Batıni bozuk fırkasına mensup Yusuf el-Harezmi, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi. Yusuf, Alparslan’ın huzuruna çıkarıldığında, hançer ile yaraladı. Yaralanmasının dördüncü günü, 25 Ekim 1072 tarihinde; “Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allahü tealaya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden bana, ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi. ‘Ben, dünyanın hükümdarıyım. Bana kim galip gelebilir?’ diye düşündüm. İşte bunun neticesi olarak, Cenab-ı Hak, aciz bir kulu ile beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allahü tealadan af diliyor, tövbe ediyorum. La ilahe illallah Muhammedün resulullah” diyerek şehid oldu. Tahran yakınlarındaki Rey şehrinde defnedildi.
Fatih Sultan Mehmet, Bizans’ın alınmasından hemen sonra, İmparatorluk sarayını gezip incelediği sırada, zindanda yaşlı bir papazı gördü. Yanına vardı ve ona; ” Efendi! Neden hapsedildin, suçun neydi?” diye sordu, Oda; ”Sultanım! İstanbul kuşatıldığı sırada İmparator beni huzuruna davet etti ve bana; “Aziz Peder! Türkler İstanbul’a girebilecek mi?” diye sordu. Ben de ilmime güvenerek Ona; ” Efendim ne yazık ki, Türkler buraya hakim olacaklar“ dedim. İmparator hiddetlendi, işkenceyle beni buraya hapsettirdi.” dedi. Fatih bu olaydan oldukça etkilendi ve papaza şu soruyu yöneltti; “Aziz Peder! İstanbul, bir gün gelir de bizim elimizden de çıkar mı?” dediğinde Papaz;” İçinizdeki fesatçılar, düşmanlar, kendi çıkarlarını düşünüp, devleti soymaya kalkarlarsa ve birde taşınır, taşınmaz mallarını yabancılara satıp, onlardan medet umar duruma düşerlerse, o zaman İstanbul bir başkasının eline geçer” dedi. Bu söz üzerine Fatih’in tüyleri ürperdi ve oracıkta dizlerinin üzerine çöktü, ellerini açıp “Ya Rab! Ülkemde böyle fesatçılara, devlet düşmanlarına fırsat verme. Onları gazabına uğrat, birlik ve beraberliğimizi bozma “ diye niyazda bulundu.
Üç kimse şeytanın şerrinden korunmuştur. Gece gündüz çok zikredenler, seherlerde kalkıp istiğfâr edenler ve Allahü teâlânın korkusundan ağlayanlardır.” Cenâb-ı Hakkı görmüş olsaydım,imanım bir derece bile artmış olmazdı” ( (Hz.Ali)
Hadisi Şerifte: “Bir günah ne kadar küçük olsa bile onu bir şey sanmayıp, ne olur bundan dense, o ufacık günah dağlar kadar büyür. En büyük günah da, bir daha işlememek üzere nâdim ve pişmân olarak tövbe edilirse ve istiğfâr edilerek ağlanırsa; (Günâhına tövbe eden, günâhı olmayan kimse gibidir) hadîs-i şerîfi gereğince cenâb-ı Allah onun günahını affeder.” Bir kimse, gıybet edilmesine engel olursa; Allah (c.c.) ondan 70 çeşit afet ve belayı kaldırır. ”
İbni Münkedir hazretleri ölüm döşeğinde ağlıyordu. Sebebini sordular. “Kasten büyük bir günah işlemedim. Önem vermediğim küçük bir günah, Allah’ın gazabına sebep olduysa diye korktuğum için ağlıyorum” dedi.
Kur'an-ı Kerim'de sırat, daha çok "müstakim" (doğru) ile sıfatlanarak, Allah'ın rızasına uygun olan ve O'na ileten Tevhid dini ve İslâm dini anlamında kullanılır:
"Kim, Allah'a güvenip dayanırsa muhakkak doğru yola (sırat-ı müstakime) iletilmiştir." (Al-i İmrân, 3/101);
"Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnız O'na ibadet ediniz. Bu doğru yol (sırat-ı müstakim)dur." (Al-i İmran, 3/51).
Allah yolunda nefsi ni terk edip de ihlâs ile her şeyde Allahü teâlânın rızâsını düşünerek yola çıkana, Allahü teâlâ ona, kendisine kavuşturacak rehberi tanıtır.” Ölüm seferine çıkanın bir daha geri dönmesine imkân yoktur. Ölüm Akibet için bir ibrettir. Bunu düşünen bir kimseye, dünyâ belâ ve musîbetleri, dert ve sıkıntıları çok hafif gelir.” Bir gün ölüneceğini, gül bedeninin kara toprağa gömüleceğini düşünmeli. Dünyâ işlerine bağlanmamalı, bu yolculuğa hâzırlanmalıdır.
Dört haslet kişinin kemâline alâmettir: Kalbi dünya sevgisinden kurtarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak. Sonunda, hesâba çekilmeyi gerektirecek şeyleri terk etmek, hâli hafif ve yumuşak olmak. Dünyalık biriktirmeyi azaltmak.” “Bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alınmaz. Âhiretten gâfil olunmaz. Yürü yalan dünya değil misin? Yedi kez boşalıp yine, dolan dünya değil misin? ”Bir şeyi murad etme, Olmazsa, inat etme Bil ki o Hak’tandır, dert etme.
Selam ve dua ile….