İNSAN VE TOPLUM ÜZERİNE GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELER-XV
Anadolu Gazetesi’nde “İnsan ve Toplum” üzerine görüş ve düşüncelerimizin 15.sini de bu hafta yayınlamak suretiyle sonlandırıyoruz. Yaklaşık 4 aydır, bu gazetede, bu sahifelerde “İnsan ve Toplum Odaklı Görüş ve Düşüncelerimizi” yayınlıyoruz. Bu odaktan görüş ve düşüncelerimiz elbette 15 haftada değil, belki 150 hafta yazsak bitmez ve tükenmez. Ancak, siz Değerli Okuyucularımızı da hep aynı başlıklara ve hep benzer konulara muhatap bırakmak da doğru olmaz. Konuları ve bakışlarımızı başka hususlara çekmekte fayda var. İnşaallah haftaya başka bir başlıkla karşınıza çıkarız.
Bu hafta, “İnsan ve Toplum Odaklı” düşünce başlığı altında, son olarak, aşağıdaki hususlara dikkat çekmek istiyorum. (Bu dikkat çektiğim hususlar, Tefekkürün de tefekkürüdür. Tefekkürün zirvesidir)
1- HAYATA HAYRET MAKAMINDA BAKABİLMEK
İşyerimin penceresinden dışarıya bakıyorum. Her zamanki ağaçlar, her zamanki toprak, her zamanki bahçe, her zamanki bahçe duvarı, her zamanki insanlar. İnsanlar hariç, diğerleri sabit ve yerinde duruyorlar. İnsanlar gelip gidiyorlar. İşyerimin penceresinden her zamanki gibi bakarsam hiçbir şey göremem. Gördüklerim de her zamanki tanımlaması içerisinde basit kalır. Bu sefer her zamanki gibi bakmak istemiyorum işyerimin penceresinden, farklı bakmak istiyorum. Belki de bakmak değil görmek istiyorum. Belli ki, hayret makamında bakmak istiyorum. Hayata hayret makamında bakmak, hayatı ve içindekileri daha iyi anlamamızı sağlıyor. Hayata hayret makamında bakmak, Allah’ın yüceliğini ve hayattaki her şeyi mükemmel bir şekilde halkettiğini fark etmemizi sağlıyor.
İşyerimin penceresinden, hayata her zamanki gibi değil, hayret makamında baktığımda, şunları gördüm. Hayret makamıyla bahçedeki ağaçlara şöyle bir baktım. Bir meşe ağacı ki, oldukça büyümüş. Yaprakları ve dalları birbiriyle uyumlu. Gövdesi de bu uyuma iştirak etmiş. Meşe ağacının yanında çam ağaçları var. Başka ağaç türleri de var. Onlar da bu uyuma eşlik ediyorlar. Hem kendi aralarında bir bütünlük ve uyum var, hem de tek başlarına uyum ve bütünlük taşıyorlar. Hemen bir bakışımı ve müşahedelerimi derinleştireyim dedim. Meşe ağacının meyvesi olan palamut ve çam ağacının meyvesi olan kozalak üzerinde tefekküre başladım. Kendi kendime, “Allah ne güzel yaratmış, kozalağı alıp da meşenin dallarına yerleştirsek, palamudu da alıp çam ağacının dallarına koysak, ne uyum kalır, ne de bütünlük” dedim. Sonra tefekkürümü derinleştirdim, “bu yerleştirmeye hem dallar, hem yapraklar itiraz eder sanırım. Bu ağaç uzuvlarının dilleri akılları ve dilleri olsaydı, böyle bir yerleştirmeye elbette karşı gelirlerdi. Çünkü, güzel olmazlardı, akla ve mantığa aykırı olurlardı” diye düşündüm. Allah (cc) meşe ağacı ile çam ağacının tasarımında en mükemmelini yaratmış. Ne eksik, ne fazla!
Hayret makamında bakışımı sürdürüyorum. Kendi kendime dedim ki; “bu ağaçların yaprakları yeşil değil de mavi olsaydı, ne olurdu?” Bir tahayyül ettim, gözlerimi kapadım ve pencerenin dışındaki ağaçları mavi yaprak içerisinde düşündüm. İnanın, bu düşünce bile içimi kararttı. Eğer ağaç yaprakları mavi olsaydı, o kadar cıyak olurdu ki, bakmak mümkün olmazdı. (Cıyak, Pazarcık’ta kullanan bir kelimedir. En yakın karşılığı olarak “absürt” diyebilirsiniz) Düşüncelerinizi ve hayretinizi derinleştirin. Sırf mavi üzerinde düşünmeyin, ağaç yapraklarını kırmızı, siyah, mor falan düşünün aynı sonuca varacaksınız. Ağaç yaprakları için en mükemmel ve bize hoş gelen renk “yeşildir”. Bizi yaratan, bizim tüm özelliklerimizi, zevklerimizi biliyor ve hayatta bize en uygun olanını en mükemmel şekilde yaratıyor. Bizi bildiği için işte O (cc) ağaç yapraklarını yeşil olarak yaratıyor.
Hayret makamında bakışımı işyerimin penceresinden daha uzaklara, daha ötelere götürmek istiyorum. Okyanuslar gözümüze mavi gözüküyor. Neden acaba? Esasında okyanus netice itibariyle su kütlesidir. Su ise renksizdir. Fakat gözümüze mavi gözüküyor. Bu görüntü bizi mest ediyor ve hoşluk veriyor. Ya mavi değil de yeşil gözükseydi! Ya mavi değil de simsiyah gözükseydi! Dayanmak mümkün değildi. Tanker kazalarında, denize arasıra siyah petrol akıyor da, gözümüzü çevirip bakamıyoruz. İğreniyoruz değil mi?
Hayret makamındaki bakışımızı göklere çevirsek ne görürdük? Yine mükemmel uyum ve bütünlük görürdük. Gökyüzü de bu renginde, yani maviye yakın renkte olmasaydı da, mesela kırmızı olsaydı, kapkara olsaydı ne olurdu? Kasavet basardı, dayanamazdık. Kara bulutlara bile dayanamıyoruz, bir de gökyüzü kara olsaydı, vay halimize! Fakat, bu haliyle gökyüzüne bakan insan ferahlık ve huzur buluyor. Bizi yaratan Allah (cc) hayattaki her şeyde huzur ve ferah bulmamızı murat etmiş ve ona göre yaratmış.
Hayretli bakışlarımızı farklı bir mekânda sürdürülelim. Gelin hayalen bir manav dükkanına gidelim. Nar, elma, şeftali, muz, portakal, salatalık, limon, domates, patates, maydanoz, soğan, sarımsak, incir, üzüm ve sayamadığım diğer meyve ve sebzeler. Hangisinde bir uyumsuzluk ve tasarımında bir hata var? Hiçbirisinde ne uyumsuzluk ne de hata var. Hangisine baktığınızda rahatsız oluyorsunuz? Hiçbirisine? Bilakis hepsine de ayrı ayrı baktığınızda ağzınız sulanıyor ve iştahınız açılıyor. Hayret makamında baktığınızda şunu da anlarsınız, “mideyi yaratan kim ise bu meyve ve sebzeyi yaratan O (cc)dur.” Çünkü, mideye göre tam uyum ve denklik içerisinde yaratmış, mide onu istiyor.
Evet, “Ağacı ve yapraklarını yaratan kimse, gözleri yaratan O(cc)dur. Meyveyi ve sebzeyi yaratan kimse, mideyi yaratan O(cc)dur. Biri yaratan kim ise bini yaratan O (cc)dur, hücreyi yaratan kim ise kainatı yaratan O (cc)dur.”
Yazımızın sonuna doğru yaklaşırken bundan 3-4 sene önce yaşadığım bir anımı anlatacağım. Aynı zamanda, manavla alakalı bir anı bu. Bir marketten alışveriş yaptıktan sonra, manav bölümüne geçtim. Manav tezgahı o kadar gösterişli ve cazip dizayn edilmişti ki, enva-i çeşit meyve ve sebze satış için hazırdı. İnsanlar da her zamanki umursamazlık içerisinde ve hayret makamından uzak bir şekilde manav tezgahından, kimisi domates, patates, kimisi portakal, nar, falan filan almak için tatlı bir telaş içerisindeler. Kimse meyve ve sebze tezgahındaki uyum ve bütünlüğe bakmıyor. Deyim yerindeyse, herkes midesine bakıyor. İşte bu hengamede çok yaşlı, sanırım seksenli yaşları geçmiş bir yaşlı bayan manav tezgahına bakarak sanki bir çocuk gibi ağlıyordu. Merakımı celbetti, bayana yaklaştım, durumu öğrenmek istedim. O sırada bir şeyler söylediğini duydum. Yaşlı bayanın söylediklerini duyunca hayret ettim. Yaşlı bayan şu sözlerle kendi kendine konuşuyordu: “Ya Rabbim, bunca güzellikleri bize sunmuşsun, bizim için ne güzel meyve sebze yaratmışsın, bizleri ne kadar çok seviyorsun, biz bunları hak etmiyoruz, bunlara layık değiliz, sana şükretmiyoruz” diyerek ağlıyordu. Hem ağlıyor, hem de manav tezgahındaki enva-i çeşit sebze ve meyveye bakıyordu. Bu manzara karşısında hayret ettim ve bu bakış açısında ve aynı duyarlılıkta olmadığım için utandım.
Sözü uzatmaya gerek yok. Hayata hayret makamında bakmak demek görmek demektir. Hayret makamında hayata bakan kişi şunu görür ve anlar ki, her şeyde bir uyum ve bütünlük vardır. Her şey yerli yerindedir. Bu intizam ve mükemmellik yalnız ve yalnız O (cc)nun eseridir. Vesselam.
2- NEFİS BENCİL, VİCDAN BİZCİL’DİR
Ben’le başlayan her kelime ve cümle nefsimizin hoşuna giderken, vicdanımız ise bundan rahatsız oluyor.
Benim gözüm, benim elim, benim ayağım, benim çocuklarım, benim evim, benim arabam, benim tarlam, benim arazim ve diğer benle başlayan ve mülkiyet mânâsına gelen sözler gerçekten rahatsızlık verici. Mümkün olsa da “ben” kelimesini hayatımızdan silip de atabilsek. Mümkün olsa da konuşmalarımızda hiçbir zaman “mülkiyet ekini”, im ve ımı” hiç kullanmasak.” Ben ve benimle başlayan kelimeler nefsi gururlandıran ve şımartan sözcüklerdir. Hiç farkında olmasak da, “ben”i öne çıkartan büyüklü küçüklü kelimeler insanı uçuruma doğru götürür. Ben çok tehlikelidir. Ben tehlikeli olduğu gibi insan vicdanında yer bulmayan ve sevilmeyen bir kelimedir. Ben’i nefis sever. Ben’i vicdan sevmez. İşte bundan dolayı, ne zaman “ben”le başlayan bir kelime ya da cümle kursam, “içim cız” ediyor. Vicdanım “ben” kelimesini sevmiyor. Vicdanımız “ben” sevmiyor da, nefsimiz “ben” bayılıyor ve “ben”e hayran.
Nefsimiz “ben” kelimesini niye seviyor? Nefsimiz “ben” kelimesine neden hayran? Vicdanımız “ben” kelimesinden niye hoşlanmıyor? Neden “ben”le başlayan kelimeler bizi rahatsız ediyor? Bunları hiç düşündünüz mü?
Bu hususları düşündüğümüzde şu sonuçlara varırız. Benim gözüm, benim elim, benim ayağım, benim çocuklarım, benim evim, benim arabam, dediğimizde esasında “yalan söylemiş oluyoruz.” Dünyadaki bir varlık için “benimdir” diyen kişi, dünyanın en büyük yalanını söylemiştir. Dünyadaki hiçbir şey için “benim” diyecek durumda değiliz. Biz esasında hiçbir şeyin sahibi değiliz ve olamayız da! Benim gözüm, benim elim, benim ayağım, benim çocuklarım, benim arazim, benim evim diyen kişi, bilmelidir ki, hepsi de emanettir. Hepsi de Allah’ındır. Allah (cc) dilemeseydi, ne insan varolurdu, ne de insanın elindeki malı mülkü varolurdu. Allah (cc) dilemeseydi, ne biz olurduk ne de çocuklarımız, malımız, mülkümüz olurdu. Herşey Allah’ındır. Kur’an-ı Kerim’de ayan-beyan açıklanıyor ve arz ve semada olan her şeyin Allah’ın hüküm ve tasarrufu altına olduğu çeşitli ayetlerde bildiriliyor. “Allah (cc) mülkün gerçek sahibidir.” (Al-i İmran Suresi, 26. Ayet)
Bu durum çok açık ve net iken, insanın kendisine bir paye vermesi ve “ben yaptım, bunlar benim eserim” demesi kesinlikle çok yanlıştır. Allah-û Teala Hazretleri her şeyin yaratıcısı ve sahibi olduğu halde, Kur’an-ı Kerim’de çoğu yerde “biz” kelimesini kullanıyor, mesela, “biz emaneti dağlara verdik, onlar kaçındı” diyor. (Ahzab Suresi, 72. Ayet) “Biz insana şahdamarından daha yakınız” diyor. (Kaf Suresi, 16. Ayet) Bunun gibi birçok ayette “biz” kelimesi kullanılıyor. Allah-û Teala Hazretleri bile “ben” kelimesini sevmezken ve kullanmazken, “ben”ini yücelten insanlar ve “ben” demekten hoşlananlar büyük bir gaflet içindedirler. Nefsinin oyununa düşmüşlerdir.
Nefsini dinleyen yanlışa düşer. Vicdanını dinleyen doğru yoldadır. Vicdanına uyan insan bencillikten ve kibirden uzaklaşır ve bizcil düşünür. Nefis bütün gücü ve varlığı kendisinde görerek Allah’a isyan noktasına doğru “bencil bir şekilde, ahmak bir halde” ilerlerken vicdan ise “bizcil bir halde ve akıllı bir şekilde” Hak yolunda yürümektedir. İnsana bencillik veren kibirdir. Nefsimiz kibirden ve yalandan hoşlanıyor. Vicdanımız ise kibirden ve yalandan hoşlanmıyor. İşte nefsimizde ve vicdanımızda oluşan duygular bunlar.
İşte işin aslı budur. Vicdanımız yalanı, kibri ve bencilliği sevmez. Vicdanımız dünyanın neresinde olursa olsun, hangi insanın başına gelirse gelsin, hiçbir ayrım yapmadan, acıyı, çileyi ve adaletsizliği hoş görmez. Çünkü vicdanımız bizcildir. Ancak nefsimiz öyle değil. Nefis dünyadaki acıyı, çileyi, adaletsizliği önce benine sorar. Benliğine uygunsa onu hoş görür, benliğine uygun değilse onu hoş görmez.
Dünyada ne kadar yalan-dolan varsa, adaletsizlik ve zararlı işler varsa hepsi de nefsin yolunda giden benciller tarafından işlenmiştir. Dünyada ne kadar güzel ve iyi işler, adil ve hayırlı işler varsa hepsi de vicdanının yolunda yürüyen bizciller tarafından işlenmiştir.
Allah bizleri bencillikten muhafaza buyursun ve nefsinin yolunda değil, vicdanının yolunda yürüyenlerden eylesin. Amin
3- VÜCUDUMUZDA MOBESE VAR
Günümüzde kaydedici cihazlar, kameralar, CD’ler, mobeseler ve benzerleri hayatımızın içine olabildiğince girmiş bulunmaktadır. Tabi “kaydedici cihaz” sözü insanda ister istemez bir ürperti oluşturuyor. Hele “dinleme cihazı” denildiği zaman akan sular duruyor. Cep telefonu ve benzeri iletişim araçlarıyla günün her saatinde içli-dışlı olan insanoğlu, başkaları tarafından dinlenilmekten rahatsız oluyor. Bu rahatsızlık elbette tabidir ve normaldir. İnsan dinlenilmeye ve kaydedilmeye karşı tedbir alır, bu da çok normaldir. Buraya kadar her şey normal de, bundan sonra başlıyor, “normal olmayan.” Şimdi soracaksınız nedir o “normal olmayan?”
Normal olmayan durum şu: Kendisini dışarıdan takip edilmeye ve kaydedilmeye karşı korumaya çalışan ve bunun için büyük tedbir alan insanoğlu, nedense aynı hassasiyeti, içeriden, yani “kendi vücudundan kaydedilmeye karşı göstermiyor.” Şimdi soruların zihinlerde oluştuğunu ve “nasıl yani vücudumuzda da mı bir kaydedici cihaz var, yaptığımızı kaydediyor mu bu cihaz diye” soruların peş peşe sıralandığını düşünüyorum. Sözü uzatmayayım, kısa yoldan cevap vereyim. Sizi merakta bırakmayayım. İşte cevap: “Vücudumuzda kaydedici cihaz var. Vücudumuzda mobese var.”
Vücudumuzda kaydedici cihaz olduğu gibi, kainatta da kaydedici cihaz var. Kainattaki hiçbir görüntü ve ses kaybolmuyor. Hepsi uzay boşluğunda yüzüyor. Bunu fizik ilmi ve teknoloji geliştikçe anlıyoruz ve bu gelişim devam ettikçe ileride daha net olarak anlayacağız. Kısacası insanoğlu takiptedir. İnsanoğlu başıboş bırakılmamıştır. İnsanoğlunun başıboş bırakılmadığını, kainattaki düzen ve intizamdan anladığımız gibi, Kur’an-ı Hakim’in nice ayetlerindeki nice açık uyarılardan da anlıyoruz. İşte Kıyame Suresi 36. Ayet: “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.” Bu uyarılar Kur’an’da sık sık tekrarlanır ve insanoğlu hakka ve doğruya çağrılır.
Tekrar konumuza, yani vücudumuzdaki kaydedici cihaz konusuna döndüğümüzde buna ilişkin işaretin İsrâ suresi 13. ayet’te mevcut olduğunu görmekteyiz. Bu ayet üzerinde düşündüğümüzde, vücudumuzdaki bir kaydedici cihazın varlığını İnşaallah idrak edeceğiz. Gelin bu ayetin mealini görelim: “Her insanın amelini boynuna doladık (astık). Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.”
İsrâ Suresindeki bu ayette geçen “amelini boynuna doladık” deyimi için çeşitli meal kitaplarında, farklı açıklamalar bulunmaktadır. Mesela, bazı meallerde, “amel defterini” doladık, astık gibi deyimler mevcuttur. Bunun yanında, “insanın boynuna can kuşunu” astık diye anlamlar veren mealler de vardır. Burada önemli olan, “bir asma ya da dolama” fiilinin varlığıdır ki, hepsinde, yani tüm meallerde ortak olan taraf budur ve bizim için önemli olan da budur. İnsanın boynunda “ister defter, isterse bir can kuşu” olsun, bunun amellerin kaydına yaradığı çok açıktır.
Demek ki, boynumuzda, bir cihaz var. Bu cihaz asılmış ya da dolanmış bir şekilde mevcuttur. Bu deftere her şey yazılmaktadır. Zaten, ayetin ikinci kısmında, insanın kıyamet günü açılmış olarak bu defteri (kitabı) göreceği de ayan-beyan belirtilmektedir.
Bu ayette geçen “astık, doladık” deyimini günümüz teknolojisiyle birlikte daha kolay anlıyoruz. Mobeseler ne yapılıyor? Bir yere asılıyor. CD’ler ne yapıyor? Kaydederken bir daire etrafında dolanıyor. Yani bu astık, doladık deyiminden siz ister mobeseyi anlayın, ister bir CD’yi anlayın, neticede bir kaydedici cihazın varlığı akıllara gelmektedir. Yine belirtiyorum. Buraya kadar her şey normal de işte bundan sonra başlıyor anormallik. Nasıl mı?Hayatımızın içine giren mobeseler, gözetleyiciler ve kaydediciler bizi korkutuyor. Trafikte seyrederken, “aman mobese var” deyip, hızımızı azaltıyoruz. Neden bu özen, neden bu kadar dikkat? Dünyada para cezasına çarptırılmamak için.
Buna bu kadar özeni gösteriyoruz da, neden vücudumuzdaki kaydedici cihaz için (vücudumuzdaki mobese için) bu kadar dikkatli ve özenli olmuyoruz? Dünyadaki en büyük para cezası bile ahiretteki bir ceza ile kıyas kabul etmezken, neden vücudumuzdaki kaydedici cihaz için bu kadar hassas değiliz? Çok ilginç değil mi? Şimdi, bu tefekkür doğrultusunda şuna karar verelim: “Dışarıdaki kaydedici cihazlardan değil, asıl içimizdeki kaydedici cihazlardan korkalım ve kendimize çeki düzen verelim. Dünya’da “Allah” diyelim, ahirette “eyvah” demeyelim, İnşaallah.”
4-KİBİR PSİKOLOJİK BİR VAK'ADIR
Kibir, psikolojik bir vak'adır. Bir araz, bir hastalıktır. Kibrin tehlike ve felaket olduğunu akl-ı selim sahibi herkes anlar ve bilir de, bunun bir hastalık olduğunu çok kimse tefekkür etmez. Kibir, hastalık, rahatsızlık, tehlike, bela ve felakettir. Evet, kibir deyip de geçmeyin. Gelin, bu yazı vesilesiyle uzun uzun tefekkür edin. Gelin, ruhunuzda, içinizde en büçük bir kibir kırıntısı varsa, silkenenin ve kendinize gelin.
Yazıya uyarı cümleleriyle hızlı bir giriş yaptım. Kibrin tanımını bile yapmadım. Tanımlamayı buraya bıraktım. Kibir nedir? Kibir, "büyüklenme, kendisinde bir üstünlük görerek başkalarını küçümseme, herkesten farklı olduğunu düşünme ve geçici dünyada geçici olarak sahip olduğu nimetleri sanki kendi hakkıymış gibi görme ve nimetleri veren Allah'ı unutmadır". Bu tutum ve davranış içine girmek kibirdir ve bu tutum ve davranışlar sağlıklı bir durumu göstermez. Bu tutum ve davranışı gösterenler hastadır. Bedenen sağlıklı görülseler de ruhen hastadırlar.
Kibrin psikolojik bir hastalık olduğunu şu örnekler yardımıyla da izah etmek isterim: "Psikolojik rahatsızlık duyanların en bariz özelliği nedir?" Olmayan bir şeyi varmış gibi hissetmeleridir. Bir şeyler gördüklerini ve duyduklarını iddia etmeleridir. Kendilerinde bir güç vehmetleridir. Kendilerini farklı ve haklı görmeleridir. Halbuki ne farklıdırlar, ne de haklıdırlar.
Şimdi burada bir parantez açmak istiyorum. Tüm psikolojik vak'aları delilikle ve akılsızlıkla karıştırmamak gerek. Yanlış akıl yürütmeleri ve saplantılı akıl muhakemeleri içinde olan herkes, esasında psikolojik olarak sorunludur. Bunların çoğu aramızda yaşar ve deli muamelesi de görmezler. Bu parantezi şundan dolayı açtım. Kibirde akıl devredir. Ancak, yanlış bir muhakeme içindedir. Kibirli insanlar deli değildir, bilakis çok da akılldırlar. Ama o akıl onları uçuruma götürür farkında değillerdir.
Konuyu daha anlaşılır kılmak için şu husus üzerinde sizi düşünmeye çağıracağım: "Kur'an-ı Kerim'den biliyoruz ki, şeytan Allah'a isyan etti. Şeytan, isyan ederken hangi iddiayı ileri sürdü? Ya da "nasıl bir akıl yürütmesi içindeydi?" Bunun cevabını Kur'an-ı kerim'de buluyoruz. Bu noktada, A'raf Suresi, 12. ayeti hatırlamakta fayda var:"Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. (O da) “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi." İşte, şeytanın iddiası bu. İşte, şeytanın aklı bu.
Şeytanın aklı büyüklenmeye çalışıyor. Şeytanın aklı kendisini farklı olduğu vehmine götürüyor. Şeytanın aklı kibir getiriyor. Evet sözü uzatmaya gerek yok. Özetle, şeytanın bu davranışının mantıklı bir izahı yok.
Bu noktadan başka bir noktaya geçelim şimdi. Şu soru etrafında düşünelim: "Şeytanın bu isyankar ve çok bilmiş tavrı, kibir ve büyüklenmesi bazı insanlarda benzer bir şekilde mevcut değil mi?" Bu sözlerin ve tavırların benzerlerini takınanları sizler de çevrenizde görmüşsünüzdür. Çevrenizde görmeseniz de basından, TV'lerden mutlaka görmüş ve duymuşsunuzdur. Evet, şu sözleri, maalesef, çok sık duyarız: "O da kimmiş, o işi ben daha iyi yaparım. O da oyuncu mu ben daha iyi oynarım. O da yönetici mi, ben daha iyi yönetirim. Ben farklıyım. Ben üstünüm. Ben güzelim. Ben yakışıklıyım. Ben zenginim. Ben makam sahibiyim." Bu ve benzeri sözler büyüklük ve kibir sözleridir ve esasta psikolojik rahatsızlıktan kaynaklanır. Ancak akılsızlıktan değil aklın yanlış kullanılmasından kaynaklanır. Öyleyse, psikolojik rahatsızlık denilince yalnızca akılsızlığı değil, aklın yanlış kullanılmasını da anlamak gerek. Aklı olmayan insanlar elbette ma'zurdur. Ve sorumluluktan muaftır. Ancak aklı yanlış kullananlar ve yanlış muhakeme içerisinde olanlar öyle değil.
Onlar sorumludur. Kibirli insan uhrevi bakımdan büyük sorumluluk içerisindedir.
Evet, kibir her yönüyle kötüdür ve uhrevi sorumluluk gerektiren bir davranıştır. Kibir, esasta, Allah'ın takdir ve iradesine, Şeytan'ın karşı geldiğine benzer bir şekilde karşı gelmedir. Kibir öyle büyük bir haksızlık ve mantıksızlıktır ki, (psikolojik vak'adır ki) tüm nimetlerin kaynağı Allah olduğu halde, bunu unutarak ya da buna itiraz ederek kendinde güç vehmetmedir.
Gelin, Kasas Suresinin 78. ayetinin mealini yazarak yazımızı bitirelim: "Kârûn, “Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir” dedi. O, Allah’ın kendinden önceki nesillerden, ondan daha kuvvetli ve daha çok mal biriktirmiş kimseleri helak etmiş olduğunu bilmiyor muydu? Suçlulukları kesinleşmiş olanlara günahları konusunda soru sorulmaz (Çünkü Allah hepsini bilir)."
5- DÜŞÜNEN İNSAN MUTLUDUR
Düşünen insan mutludur. Hedef mutluluksa işte sana kolay ve en kestirme yol. Zaten, Allah-û Teala Hazretleri bizlere tefekkür etmeyi, akletmeyi ve düşünmeyi emretmiyor mu? Evet emrediyor. Hem de Kur’an-ı Kerim’in yüzlerce yerinde, yüzlerce ayetinde bunu emrediyor. Öyleyse düşün ve mutlu ol.
Allah (cc), insanları nasıl düşünmeye çağırıyor? Kainatı ve tüm yaratılmışları müşahede ederek düşünmeye çağırıyor. İşte düşünceye çağıran ayetlerden bir kaçı. Kamer Suresi 22. ayet: “Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” Nahl Suresi 12. ayet: “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır.” Furkan Suresi 44. ayet: “Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın ve aşağıdırlar.” Şuara Suresi 28. ayet: "(Musa) Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan herşeyin de Rabbidir" dedi.” Rum Suresi 24. ayet: “Size bir korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi de, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilecek bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” Casiye Suresi 5. ayet: “Gece ile gündüzün ardarda gelişinde (veya aykırılığında), Allah'ın gökten rızık indirip ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde ve rüzgarları (belli bir düzen içinde) yönetmesinde aklını kullanan bir kavim için ayetler vardır.”
Evet, Kur’an-ı Kerim’de insanı tefekküre çağıran nice nice ayet ve işaret vardır. Bu kesin bir bilgidir. Peki, insan niye bu kadar ısrarla düşünmeye çağrılmaktadır? Birinci neden ahirette kurutuluşumuz bu tefekküre bağlıdır. İkinci neden de dünyadaki mutluluğumuz da tefekküre bağlıdır.
Düşünmek mutluluktur dedim yukarıda, yazımın başında. Allah (cc) bizim için mutluluk formülünü Kur’an-ı Kerim’e yerleştirilmiş. Kim Kur’an’a sarılırsa mutlu olur.
Düşünmek insana nasıl mutluluk veriyor? İşte bunun izahı.
Düşünmek insanda bir rabıta yani bağlılık sağlıyor. Bu rabıtada üç boyut vardır. Birincisi Yaradandır. İkinci boyut tüm yaratılmışlardır. Üçüncü boyut ise insanın kendisidir. İnsan düşünmekle şunun farkına varıyor. Yalnız olmadığının farkına varıyor. Beni Yaradan bir yüce Zat var. O beni yaratmış ve Dünyaya göndermiş. Bu durumdan, bu düşünceden büyük bir kuvvet alıyor. Bu düşünce insana büyük bir kuvvet veriyor ve yalnız olmadığını anlıyor. Yalnız olmadığını anlayan insan mutludur. Yalnız insan mutsuzdur. Yalnız insan ve yalnızca kendisini düşünen insan mutsuzdur.
İnsan düşünmekle ikinci olarak şunu fark ediyor. Kendisi gibi yaratılmış nice canlı, cansız varlığı keşfediyor. Daha doğrusu hissediyor. Bu keşif ve hisle birlikte, bir hususun farkına varıyor. Bu kadar yaratılmış içerisinde, aynı şartlarda ya da benzer şartlarda bulunduğunu fark ediyor. Demek ki, bu kadar yaratılmış insan ve diğer canlılar, cansız varlıklar bir sebebe binaen yaratıldı. Hayat boş değil. Bir maksadı var. İşte bunun farkına varıyor. Bu farkına varışla birlikte bir hedefi olduğunu anlıyor. Hedefi olduğunu anlayan insan mutludur. Hedefi olmayan, günü birlik yaşayan insan mutsuzdur.
Düşünmedeki üçüncü boyut insanın kendisini tanımasıdır. İnsan düşünmekle kendisini tanıyor. Bu tanıma şöyle oluyor. Yaratıcıyı, kâinatı, tüm yaratılmışları tefekkür eden bir insan anlar ki, kendisi çok küçük bir konumdadır. Bu kadar muazzam bir yaradılış içerisinde noktadan dahi küçük kalmaktadır. Bunu düşünen insan bencil olamaz. Yani kendisine bir paye veremez. Tüm mutsuzluklar insanın kibrinden gelir. Kibirli insanlar, karşısındakini küçük görerek, kendisinde bir güç olduğunu sanarak işe başlarlar ve felakete doğru giderler. O kibirliler eğer akletselerdi, düşünselerdi mutluluğun tüm kainatı tefekkürden geldiğini ve mutluluğun asıl olarak bütüncül düşünmeden kaynaklandığını anlarlardı. Zaten, gelişen bilim de göstermiştir ki, “insan beyninin her iki tarafı da birbiriyle dayanışma içerisindedir. İnsan beyni kapsamlı düşünmeye yatkındır. Kapsamlı düşündükçe beyin de gelişmektedir.” Buradan çıkaracağımız sonuç yardımlaşmacı ve dayanışmacı olmamız gerektiğidir. Öyleyse, mutluluğun bir yolu da yardımlaşmadan, dayanışmadan ve kapsamlı bir şekilde etrafını düşünmekten ve bencillikten sıyrılmaktan gelir.
Evet, uzun uzun anlatmaya yerimiz kafi değil. Sonuç çok açık ve bellidir: “Düşünen insan mutludur.” Vesselam.
Değerli Okuyucularımız! 4 aydan beridir devam ettirdiğimiz “İnsan ve Toplum Odaklı Görüş ve Düşüncelerimiz” yazı serisinde, geçen haftalarda ahlak ve edep, çevre koruma ve çevre kirliliğini önleme ve aile yapımızın ve çocukların korunması, devlet yönetimi, dil ve edebiyat, eğitim ve öğretim, ekonomi, mülk ve servet ile benzeri başlıklardaki, sağlık, zindelik, esenlik, gençlik ve yaşlılık, uluslararası ilişkiler, dış politika, ecdadımız ve tarihimiz, Kahramanmaraşlı bir Hafız Osman Sandal hakkında yazdık ve son hafta da (yani bu hafta) tefekkürün en zirvesi hususları burada zikrettik.” Ve böylece yazı dizimizi sonlandırdık. Haydi hayırlısı.
Not: Haftaya Şiirlerimi yayınlayacağım. Şiir kitaplarımdaki şiirlerimi sizlere arz edeceğim. Bu haftadan sonraki yazı dizimizin başlığı “SÖZ DENİZİNDEBİR ŞİİR SANDALI”..