Zaferler ve insana bakışımız açısından tarihte övülen zengin bir geçmişe sahibiz. Fatih’ler, Selim’ler, Süleyman’lar, Sinan’lar adsız nice kahramanlar yetiştirmiş bir ecdadın evlatlarıyız. Dini ve milli değerlerdeki terbiye metodundan uzaklaştığımızdan bugün aynı başarıyı yakalayamıyoruz.
Bizden önceki yıkılan kavimlerde, fesat, kötülük, dini ve milli değerlere duyarsızlık toplum huzurunun bozulması sadece güçlülerde değil zayıf insanlarda, günah ve haram yemelerine ses çıkarmayıp, kötülükte düşmanlıkta haksızlıkta yarışmaları, Yüce Allah'ın yap dediklerinin yapılmaması ve yasaklarını çiğnenmesi sonucu insanların birbirlerine yaptıkları zulümleriyle anılmışlardır. Yüce kitabımız maide suresinde: 61- Onlar, size geldikleri zaman, "iman ettik" dediler. Oysa yanınıza kâfir olarak girip, kâfir olarak çıkmışlardır. Allah, onların gizlediklerini çok iyi bilir. 62- Onlardan çoğunu, günah işlemede, düşmanlıkta ve haram yemede yarış ederken görürsün. Bu yaptıkları şeyler ne kötüdür! 63- Gerçek dindarların ve din bilginlerinin, onları günah olan bir söz söylemekten ve haram yemekten men etmeleri gerekmez miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür! Buyurmaktadır.
Faziletli, toplum, dini ve ananevi değerlerine bağlı dayanışma gösteren; iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan kimseler ile dinleyecek ders alacak kişilerden oluşur. Toplumun geleceğini, içinde bulunan, kötü huylu insanlar, sapıklar, suçlular bu emir ve yasağı engellemeye ve iyiliği emredip, kötülüğü sakındıran kimselere zarar veremez.
Allah'a bağlı kimselerin ve dini bilimler ile yetişmiş bilginlerin, haram mal yemeye, düşmanlığa, fitne fesatta, günah ve haksızlıkta kötülükte yarışmalarına, ses çıkarmayışı yıkılmağa yüz tutmuş geçmiş bozuk toplumların karakteristik özelliğidir.
Hz. Adem a.s.’nın yasaklı meyveden yemesi kanında nasıl haramı oluşturuyorsa bugünde, vücudun ihtiyacı olan besinler olan yiyecek ve içecekler, haram kazançla, faiz, dolandırıcılık, tefecilik, haksız kazanç, şans oyunlarıyla, ilahi emre göre paylaşılamayan mirasta, çalıştığı iş yerinde hak etmeme, tarladan kaldırdığı ürüne başkasının ürününü katma, yediği içtiğinde giydiğinde v.b. haramlar ve şüpheliler toplumda suçu artırmakta, huzur ortamını ve barış için yaşaması için yasalarda yaptırımlarını gözden geçirmelidir.
Allah’ın insana verdiği her şey bir emanettir. Akıl, din, nesil, can, sağlık, beden, toprak, gökyüzü, çocuk, yetim, yoksul, komşu çevresi, malı v.b. verilen bu emanetlere zarar verme, yapısını bozma davranışlarından kaçınmalıdır.. Akıl, gözle, kulakla, dille gelen batıl fikirlerle boş faydasız işler kötü alışkanlıklarla ya da sarhoşluk verici şeyler ve yanlış öğrendiği bilgilerle bozulur.
Bu bozulmaya yönelmesi veya yönelmemesi kişinin cüzi iradesi ve aynı zamanda bir imtihanıdır. İnsan, hem takvâya hem de hevâya (nefsinin isteklerine) uyması sonucu, günah, isyan, sapıklık, azgınlık, şirk ve küfür gibi hatalara düşebilir. Düşmanlıkta, fitne fesatlarla kin, haset, mal, kadın, ırkçılık, takımcılık, fırkacılık, v.b. oluşlarla toplum barışı bozulur. İnsan imtihan için gönderilmesi, Allah’ı razı edip sınavı kazanma, verilen emanetleri koruması için, yasaklarına karşı sınır koyma, faziletine sahiptir.
İslâm inancı asla birilerine seçilmişlik, velilik, evliyalık, Allah dostluğu, şeyhlik, otorite makamı olma, hocalık gibi ayrıcalıklı statü tanımaz. İnanan ve Allah'ın yasaklarına riayet etme hassasiyeti gösteren herkes Yüce Allah’ın dostudur (Yunus 62 - Açın gözünüzü! Allah'ın dostları üzerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar. 63 - Onlar ki, iman etmişler ve Allah'a karşı gelmekten sakınmışlardır): (Fussilet, 30-32 “Şüphesiz; Rabbimiz Allâh’tır. deyip sonra istikâmet üzere bulunanların üzerine melekler iner ve onlara; Korkmayın, üzülmeyin, size va’dolunan cennetle sevinin! Biz, dünyâ hayâtında da âhirette de sizin dostunuzuz. Gafûr ve Rahîm olan Allâh’ın bir ikrâmı olmak üzere, orada canınızın çektiği ve arzu ettiğiniz her şey sizin için hazırdır. derler.”) Sevgili Peygamber Efendimiz s.a.v.: “İstikâmet üzere olun. (Bunun sevâbını) siz takdîr edip kavrayamazsınız. Şunu bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdır.” (Muvatta, Tahâret, 6)
İnsan iman etmekle imtihanını tamamlamış olamaz. Her gün, hayır, şer, kaza, bela, musibet rızıkla ve her an başka bir durumla karşılaşır. Bu durumun soncunda kişinin kendi cüzi iradesiyle tercihi kârlı veya zararlı çıkmasına neden olur. Her olay sonucunda sabır namaz dua zikir ayetlere hadislere samimi içten bağlılık göstermeli, Allah c.c. den yardım istemeli, haram ve şüpheliler ile günahlardan nefsin arzularından birbirimize olan düşmanlıktan da kaçınılmalıdır.
Osmanlı da Bu metodun özünü, “Haram yiyen harami (eşkıya) olur” (Sultan II. Murad’ın sözü ) anlayışı sonucu Anne-babalar “kul
hakkı” yememe konusunda aşırı hassasiyet içinde bulunmaktaydı. Kendileri de çocuklarına da bu açıdan “iyi bir örnek” oluştururlardı.
İstanbul’un Vefa semtine adını veren mutasavvıf ve matematikçi Ebul Vefa Hazretlerinden “kul hakkı”na ilişkin hassasiyeti bugünkü derdimize bir çare olur.
Ebûl Vefa’nın on yaşlarında bir oğlu vardı. Bütün çocuklar gibi sevimliydi, ama kötü bir huy peydahlamış, evlere su satan sakalara musallat olmuştu.
Eski Osmanlıda evlere “saka” denilen sucular su servisi yapar, bunun için de deri kırbalar kullanırlardı… Şeyh’in oğlunun en büyük eğlencesi, dergâha su veren Saka amcanın deri kırbasına iğne batırıp, akan suyu kahkahalar arasında seyretmekti.
İşin zor yanı, deri kırbaların yamanamaması, dikilememesiydi. Delinen yere düğüm atmaktan başka çare yoktu. Bu da kırbaları git gide küçültüyordu.
Saka bu işe çok bozuldu, ama sabretmeye çalışıyordu. Çünkü bu yaramazlığı yapan sıradan birinin oğlu değil, sınırsız hürmet duyduğu Şeyh Efendi’nin oğluydu. Bu yüzden uzunca bir süre sineye çekti. Bu süre içinde uyardı, olmadı… Öğüt verdi, olmadı… Yalvardı, olmadı… Kaşlarını çattı, biraz azarladı, yine olmadı: Çocuk hiç aldırmadan yaramazlığına devam etti.
Nihayet bir gün Saka’nın sabır taşı çatladı. Destur dileyip Şeyh Efendi’ye gitti. Utana-sıkıla durumu arz etti: “Vaziyet böyleyken böyle Şeyhim, gayri siz bilirsiniz.”
Ebul Vefa Hazretleri bir utandı, bir sıkıldı ki, tarife sığmaz. İlk iş olarak oğlunun deldiği tüm kırbaların parasını fazlasıyla ödedi. Sonra bütün işini-gücünü, müritlerini-derslerini bir tarafa bırakıp, kara kara düşünmeye çöktü:
“Bu çocuğun yediğine-içtiğine bir şekilde kul hakkı karışmış. Ama bu nasıl olabilir?”
Saatlerce düşündü, nerede bir ihmale düştüğünü bulmaya çalıştı. Bulamayınca da dertli dertli karısına koştu, olayı anlattıktan sonra sordu: “Bu çocuğu yetiştirirken, bir yerde hata ettiğimiz kesin Hatun, belli ki rızkına kul hakkı katmışız, ben kendi hayatımı gözden geçirdim ama bir şey bulamadım. Bir de sen düşün bakalım.”
Karısı bir hayli düşündükten, hamile kaldığı günden başlayarak tüm hayatını safha safha irdeledikten sonra, hatasını bulup Şeyh’e bildirdi: “Oğlana hamile olduğum ilk dönemde kız kardeşim bize uğramıştı. Sebze dolu sepetçiği bana bırakıp başka bir şeyler almaya gitti. Sepetçiğin içindeki limonu fark ettim. Müthiş aşeriyordum. Çok canım çekti. Evde de limon yoktu. Dayanamadım. Limonu iğneyle delip bir damla emdim. Aşermemi bastırmaya çalıştım. Sonra unuttum gitti. Helâllik isteyemedim. Acaba sebep bu olabilir mi?” “Budur” dedi Şeyh Vefa, “kalk hemen gidip kardeşinden helâllik alalım.”
Gecenin bir vakti, baldızının evine gitti. Durumu anlattı. Helâllığını aldı. Çocuk ancak ondan sonra kötü huyundan vazgeçip Saka’yı rahat bıraktı. Ne dersiniz, kırbaları çocuklarımız mı iğneliyor, yoksa biz mi? Selam ve duayla.