Antep şehrinde altı yıl yaşamış olmanın yakın zamanını da bilen olarak kendi şehrim gibi gezdim. Bir kitap fuarında konu “komşuluk”. Misafir ülke Yunanistan… Orada konuştum. “Dün bir devletin iki komşu şehri olan İzmir-Selanik şimdi iki komşu devletin birbirinden uzak iki şehri… İzmir üzgün, Selanik mahzun… İki kıyıya çok şiir yazıldı ama bu iki şehrin hasretini, bu iki şehrin hüznünü yazan olmadı. TV’de kadife sesiyle Melihat Gülses Hanım, “Selanik’e Ağıt” şarkısını okuyor. “Ayrılmamıza Hak sebep oldu” diyor. Hani Ermenistan’ın Başkenti Erivan’a ağıtta da “şol revanda balam kaldı, yavrum kaldı” diyor ya… Akılsız Ermeni biz istesek onlardan Revan’ı da alırız. Şiirlerde hep siyaset ve sahte duygular, alakasız laflar. O toplantıda Antep ile Halep’in ayrı düşüşlerinden de bahsettim. Antep’in Kalesi ile Halep’in Kalesi’nin birbirine bakarak söyledikleri o iç yakan türkülerinden anlattım. Antep bir eli Halep’te bir eli İdlib’te olan şehir. Kardeşliğin bölündüğü iki Türkmen şehri. Ya Birecik Kalesi ile yerinden oynatılmaya tahammül edemeyip kahrolan Caber… Süleyman Şahı kaçırdılar ama ruhu orada. Caber ağlar da Birecik Kalesi ağlamaz mı? Gözyaşları Fırat olmuş ama ne çare Caber harap, Caber boş… Çünkü kaçırdılar Süleyman Şahı Caber’den. “Tiyanşan yok, Caber yok ben var mıyım” diye ağıtlar yaktığımız “Caber… Güzel Caber can Caber… Coğrafya kitaplarımızda Türkiye’nin en uzun köprüsü” diye bahsedilen Birecik Köprüsü. Şimdilerde daha büyük daha uzun köprü çok ama ilk olan burası. Hıdırellez günü, 6 Mayısta Birecikli gençler ve kadınlar köprüye çıkarlar dilek tutarlar. Köprünün korkuluklarına kimi sahip olmak istediği evin arabanın gencin resmini çizer, kimi de dileğini bir kalıp sabunla beraber yazdığı kağıdı suya atarak tutar dileğini. O sabun eriyinceye kadar dileği gerçekleşecektir umudu vardır. Bakarsınız bir olta balık avcısının oltasına takılan içi dilek ve sabun dolu ağzı kapalı poşet bekleyeni hayal kırıklığına uğratır.
Antep sokaklarında “Mıtrıp” korolarının sesi sokağa taşıyor. Kırşehir’de Abdallar Topluluğunun yerini bu bölgede “çalıgıcı” anlamına gelen “Mıtrıp” kelimesi almış. Millet iş hanındaki faslı dinliyoruz. Mekanın lüks olup olmadığına göre “Mutrıpların” ve söyledikleri müziğin kalitesi de değişiyor. Bir neşe bir eğlence hakim Antep sokaklarına. Eskiden Urfa’nın zenginleri Antep’e eğlenmeye gelirlermiş. Antep-Nizip zenginleri de Birecik’in güzel kızları ile evlenirlermiş. Güneydeki Barak aşireti ve barak havaları. Elbette Halit Arapoğlu’unun “aman barak kızı da” diye başlayan havalarını hatırladık. “Boş Beşik” elbette hatıralardan çıkmadı. Zeugma müzesini de anlatmadan geçemem. Devasa Avrupai, mükemmel ve harika… Çinileri görmek bir tarafa en önemlisi şu “Çingene Kızı”nı görmek en önemlisi. Çingene Kızı da bir harika ama karanlıklar içinde . Çingene Kızı mı yoksa Çingene erkeği mi olduğuna karar verememişler. Kızlar daha ilgi çekici, cazibedar olur ya “Çingene Kızı”nda karar kılmışlar. Tam da kıza benzemiyor. Hani Lale devri şairlerimizden Nedim bir şiirinde, o zamanın erkekleri için muhtemelen dönmeler için, “yüzlerinden bakmayınca bilinmez, kız mısın oğlan mısın be kafir”. İşte Çingene kızı da tam o, “kafir! Yola revan olduk. Bir arkadaş ikinci kattaki Çingene kızını görürsen bana haber ver nerde olduğunu” demişti. İşte Çingene kızını gördüm. Derken yola koyulduk. Eskinin o tek şeritli yolu yerine eskilerin bu tip yollar için “uçak mı indireceksiniz” demişler ya şimdiki yollar kargo uçaklarına göre tasarlanmış sanki. Bir de baktık ki karşıdan Birecik Kalesi göründü.
Kaleye çıktım yayan
Cebime koydum payam
Tahtadan top yaptırdım
Dayan Fransız dayan
İşte bu tehdide dayanamayan Fransız kaçıp gitti. Hemen yanı başındaki nesli tükenen emsali olmayan “Kelaynak” Çiftliği… Birecik Barajı ile daha önce kara yolu ile gezdiğim elli-yüz metre derinlikteki Fırat Vadisi içindeki incir ve nar ağaçları ile birlikte sular altında kalmış. Bambaşka bir dünya. Her yerde göremeyeceğiniz güzellikte, kalitede otoyol adeta bölgenin boynunda altın zincir gibi uzadıkça uzuyordu. Kurak Halfeti yemyeşil olmuş. Turistler gelmiş şimdi de guruplar var. Sandalla gezi ve diğer zenginlikler. Belki, “Sandaldaki üç-beş güzel söyleşirler şarkı gazel” diyemedik çünkü biz kırk beş kişiydik, ama Fırat Türküsü bir saz gurubuyla değil, batı çalgılarıyla bir orkestrada çalınmasına üzüldük. Çünkü özentiydi. Fırat kenarında kayıklar yüzmüyor ortasında geziyor. Fırat’ın Türküsü de batı enstrümanlarıyla ancak gürültü oluyor.
Şanlıurfa… Benim kırk yıl evvel gezip zevk aldığım şehir… 11 Nisan Oteli’ni aradım ilk önce. Çünkü orada yatıp kararname beklerken bir polis memuru ile tanıştık. Pazar günü maça gidelim dedik. Urfaspor-Erzurumspor maçı var. Bu arada o eski stadyum da otel de yok artık. Maça girdik. Polisi arkadaşları on dakika sonra gelip saha kenarına götürdüler. O yılda da Erzurumspor iyi oynuyor. Nitekim şampiyon olup bir üst guruba çıkmıştı. Lakin maçın ilk on beş dakikasında ben centilmenlik gereği iyi oynayanı destekliyorum. Oysa o takım Erzurumspor imiş. Yanımdaki adam “vallah kan akacak” diyor. Ben hiç üzerime alınmıyorum. Gayet centilmen spor sevdalısı olarak maça bakıyorum. Bu arada yanımdaki seyirciler de çalım yiyen kendi oyuncularına kızıyor “indir ulan nasıl Urfalısın” gibi kaba sözler sarf ediyorlar. Diğer tarafımdaki gece bekçisi “hemşerim Erzurumlu musun, bak seni Erzurumlu sanıyorlar. Çıkınca dövelim” diyorlar dedi. “Devre arasında yerinden kalkma maç tekrar başlayınca peşimden gel seni dışarı çıkarayım” dedi. Öyle yaptık. Bu sportmenlik ve tehdit de hiç aklımızdan çıkmadı. O “kan akacak” sözünün bana değil sporculara söylendiğini zannetmiştim. Meğer bizi indireceklermiş.
Şanlıurfa’da iki olumsuzdan meydana gelmiş bir mükemmeli anlattım arkadaşlara. Na-bi-ikisi de Frasça olumsuzluk edatı. İkisinden Nabi gibi bir mükemmel insan meydana gelmiş. Hatıra çok, sevdiklerimiz çok. Bir eski muhabir arkadaşı buldum. Beni “sıra gecesi”ne götürdü. Sıra geceleri de Antep’teki gibi mekanın kalitesine göre müzik ve ikramlar vardı. Gece 23’e kadar orada kaldık. Ailece gelip seyredenler olduğu gibi bizim gibi gezmeye gelenler de az değildi. İçki yoktu. Köftesiz olmayacağını söylemeye bilmem gerek var mı. Balıklı Göl her zamanki gibi cıvıl cıvıl. Şehir bir başka gelişmiş mükemmelleşmiş. İki güzel insanın Fakıbaba ile İ.H. Çelik’in çalışmalarından bahsettiler. İkisi de arkadaşım ama hakkını yememek lazımdır ki diğerleri de elbette hizmet etmişlerdir. Çok merak edilen Göbeklitepe… Romanı dahi yazılarak paraya tahvil edilen asar-ı antika… Gezdik, gördük, dinledik ve onca hatıranın içinden çıkamadan Mardin’e yola çıktık. “Yola çıktım Mardin’e düştün senin derdine”. “Mardinkapı şen olur, içi değirmen olur” “Urfa Mardin’e bakar” vesaire.
Mardin… Mardin türküleriyle yola çıktık. Elazığlı yol arkadaşım emekli avukat Münir Beyden o Elazığ üslubuyla güzel şarkılar dinliyoruz. Viranşehir’den geçip Kızıltepe yoluna düştük. Ama ne kadar mükemmel bir manzara. Belki yüz kilometre yol gittik. Yolun her iki tarafı da ikinci veya üçüncü ekim yapılmış. Mısırlar henüz yeşil. Yetişenler biçiliyor. Tarlalarda o meşhur parasını ödemedikleri elektrik trafoları var. Her çiftçinin altında çift çeker devasa traktörler var. Kimi ekimde kimi sürümde. Buna rağmen hala devleti suçlayanlara “nankör” demek bile az. Ahmet Türk’ün memleketi. Belki gördüğümüz tarlaların çoğu da O’nun. Kendisi düzgün bir insan olmasına rağmen orada yaşamanın zorlukları sebebiyle bulaştığına inanıyorum. Menengüç Kahvesi içip mavi renkli badem şekeri yemeden geçmek olmazdı elbette. Anlatıldığı kadar ilgimi çekmedi Mardin. Ermeni kiliselerini gezenlerin hayal kırıklığını yaşamadım. Çünkü para ödeyip içeriye girmedim. İyi de etmişim. Meğer orada yaralı teröristler saklanmış tedavi edilmiş. İçimden gelmedi o zaman para verip kilise gezmek. Demek bir sebebi varmış isteksizliğimin. Dağın eteğindeki şehir anlatılanlardan dolayı merak ettiğim şehir olmuştu.
Batman… Bir batman. Ölçü birimi olan batmandan ölçüsüz güzellikteki Batman’da sıra. Kırşehir’de yuvada kalan bir kimsesiz çocuğu okutmuştum. Batmanlıydı. Yalnız, sesiz ve sevimli bir çocuktu. Benim kendisini sevdiğimi bildiği için de her teneffüste gelir adeta bir munis kedi misali kollarımın altına sokulurdu. Saçını okşar, ona moral verir, çok çalışmasını tembih ederdim. İşte bu güzel çocuğun şehri Batman. Bir akşam vakti vardık. İlk fırsatta odama yanımdaki eşyalarımı bırakıp Atatürk Caddesine kendimi attım. Hava sıcak insanlar sokakta dükkanların çoğu açık. Batman Forum’dan alışveriş yaptıktan sonra caddeyi adımlıyorum. Özellikle Atatürk Heykelinin önüne gelince yoldan geçen bir gence resim çekmesini istedim. Şehir tertipli ve temiz. Yollar delik deşik değil. Rafineri ayrı bir zenginlik katmış şehre. Erken kalkıp yola revan olduk. Çünkü yolda Güneydoğu’nun kutup yıldızı Diyarbekir var.
Hep kavga ile anılan terörle hatırlanan güzel şehir. Türküleri şarkıları bir tarafa yetiştirdiği devlet adamları sanatkarlar şairler ve düşünce adamları… Bu ikinci gidişim. Surlardan başladık. Teröristlerin şehir isyanına sahne olan surlar eski haline getirilmiş. Biz bunu yapanlara teşekkür ederken her halde şehrin de vefa borcu var devletine. Önce Cahit Sıtkı Tarancı’nın müze yapılan evine götürdüler. Rehber genç adeta çırpınıyor anlatmak için lakin daha önce tembih etmiştim. “Açılışı yaptıktan sonra bana bırak” demiştim. Sözü bana bıraktı. Ben de bu ilginç adamı anlattım. Bizim guruptan olmayanlar da gelip dinlediler bizi. Adeta bir kalabalık dershaneye dönüştü evin avlusu. Burası restore edilmiş temiz ve bakımlı. Aynen Ulu Cami de olduğu gibi. Ulu Camiler birer Osmanlı yapısı. Şehrin en merkezi yerine yapılarak aynı zamanda bir toplanma merkezi bir buluşma noktası olarak tasarlanmış. Buradaki Ulu Cami’de hem bakımlı hem tertemiz ve bakımlı. Hemen karşısındaki han… Hanlar şehirlilerin yaptırdıkları pazara gelenler veya şehre dışarıdan gelenlerin para karşılığında kaldıkları iki katlı yer… Alt katta eşyalarıyla beraber binek hayvanı kalırken kendileri yukarıda kalırlardı. Köy odaları o köyün varlıklı insanları tarafından hizmete sokulurdu. Parasızdı. Aynı zamanda köylülerin toplanma sohbet etme yeriydi. Elbette şehirden gelen tapucu, sıhhiye, jandarma da ilk önce buraya uğrar muhtarı çağırır ve işlerini burada tamam ederdi. Kervansaraylar ise devlet tarafından yol boyuna yapılan yolcuların ve ticaret erbabının konakladığı mekanlardı. İşte şehrin en merkezi yerindeki en değerli hanındayız. Bir ticaret merkezi olmuş sanki. Hediyelik eşyalar satılıyor. Çay ocakları var isteyen içsin diye. Yenişehir ismi gibi yeni ve yüksek çok katlı apartmanlarla dolu. Dört minareyi ve hemen yanında yeni açılmış üç genç kız tarafından işletilen kahve dükkanından da kahve alıp resim çektirdik. Dört dini temsil ediyormuş. Şu son zamanlarda keşfedilmiş turistlerce. Alaka büyük. Kazanç da elbette…
Bu gezide gördüm ki gerek yol, gerek şehrin fiziki durumu gayet güzel ve eksiksiz. Burada eksik olan güven ve devlete düşmanlık beslemektir. Artık bunca hizmetten sonra Mardinlinin kuyunun içerisine su ısıtıcısı atıp evde sıcak suyla abdest aldığı namaz kıldığı ama yine de bir nankörlük var. O namaz geçerli mi abdest makbul mü o da ayrı bir konu. Dükkanlar tıka basa turist dolu. Ticaret çok canlı. Hayat hareketli. Tarlalar verimde yarışıyor. Daha ne istersin ey Güneydoğu! Bu da siyasilerin ve sokakta gezenlerin en az dörtte birinin ajan olduğu bu şehirde cirit atan yabancı devlet ajanlarının casusların kabahati var. Her şey var ama sadakat yok. Bir Azerbaycan sözü vardır. “Gezmeye yaban güzel; Ölmeye vatan güzel” diye. İşte yabanı gezdik şad olduk şimdi evimize dönmenin zamanı geldi. Bir şarkıda “seni sevmelere doyamadım ben” diyor ya doyamadım yurdumun bu asude köşesine gezmeye. Ya tahammül ya sefer” deyip çıkacağız yeni seferlere.
NOT: Bu gezi Kasım 24-29-2020 arasında yapılmıştır.