Bir güzel toprak parçasıydı. Hep neşe dolu, sevgi dolu insanlar yaşardı. Lakin sevmenin de sevilmenin de bir usulü üslubu olmalıydı. Gençler bunu pek umursamıyorlardı. Sevip hemen buluşmak bir olma istiyorlardı. Ancak büyüklerin tecrübeleri vardı. Gençler hayalleri ile yaşarken ihtiyarlar hatıralarıyla yaşamaktaydılar. Hatta “hatıralarım bastonumdur” onsuz yürüyemem ayakta duramam derlerdi.
Gülçehre okul arkadaşı olan Aybek’e aşık olmuştu. “Sevdi gönül” şarkısını mırıldanırdı hep gittiği yerlerde. Buna karşılığı nice aylar sonra alabildi. Oysa onun da sevgisi tamdı. Lakin ifade etmeye cesaret gerek. Kelimelerle, ifade etmek mümkün değildi. Tavırlarıyla edasıyla hal ve hareket, öyle anlatmayı denedi ancak başka başka anlaşılır diye ona da karar veremedi. Bir sevgililer gününde ki onlar bu güne “sevgenler günü” diyordu, işte bu günde hiçbir söz söylemeden ikisi birbirine çiçek almışlardı. İşte aşkını söylemeye bu hareket yetti.
Okul çıkışı da görüşmek istediler. Lakin Gülçehre’nin babası ağabeyleri böyle işe razı olmazlardı. Annesi Bahtıgül hanım da baba ve kardeşleriyle yüz-göz olmaktan çekinirdi. Açıktan görüşmelerine şimdilik razı olmazdı. “Şimdi az az gizli-kaçak görüşmelerine göz yumacağını anlatmaya çalışırdı. Lakin deli gönül arsız gönül çocuk gönlü laf anlamıyordu. Okuldayken sözleştikleri gibi sabah saatlerinde Aybek, Gülçehre’nin evlerinin önünden geçip işaretleşip bir bahane ile buluşacakları yere gideceklerdi.
Aybek geldi geçti evlerinin önünden. Gülçehre de saatine bakıp cama çıktı. O da ne! Annesi “kız camda işin ne sabah sabah” diye çıkıştı. İçeri girdi ancak Aybek ile bir işmar edip anlaşamadılar ki! Kendisi içerde beklerken oğlan bir daha geçti göremedi. Üçüncü geçişte Aybek de bakamadı onların tarafa. Çünkü ağabeyi balkonda bakıyordu. Cesaretlenip utancını bir kenara bırakıp o tarafa bakarak Gülçehre’nin camda bakıp-bakmadığına dahi gözaltından bakamadı.
Bu sevda yolunda daha çok ayakkabı eskitecekti. Çoook çileler çekecekti. Ama çektiklerinin de değeceğine inanırdı. Yeniden bir daha denedi evlerinin önünden geçmeyi. Olur ya belki babası ağabeyi işe gitmiş olurlarsa ortalık tenhalaşır görme hayali gerçeğe dönüşürdü. Heyecanla evlerinin önüne geldiği zaman bu defa da evin önünde babası bekliyordu. Utandı sıkıldı terledi başını kaldıramadan bakamadan geçti gitti. İçeride Gülçehre’nin de kalbi küt küt atıyor lakin bu şartlarda görüşmekten öte, bir el sallamanın dahi imkanı yoktu. Kırk gün taban eti yiyip bir gün av eti yiyenler misali bir defa daha denmeliydi. Onu bunca olumsuzluğu hayra yormaya iten sebep sevmesi olsa gerekti.
Bu defa evin önüne geldiğinde ne babası ne de ağabeyi vardı evin önünde. Gülçehre de penceredeydi. O’nu görünce hiç beklemeden aşağıya koştu. Evlerinin önünde bahçeleri vardı. Gülleri dün sulamıştı. “Ortak sevgimizin işareti” diye severek suladı gülleri. Aybek’i görür görmez koştu aşağıya. Annesi “kız bunca telaş niye? Nereye gidiyorsun alelacele!” diye arkasından söylense de o “hemen geliyorum” diyerek indi bahçeye. Gül sulamak üzerek bir kenarda güllerle ilgileniyormuş gibi yapıp didarın tadını çıkarıyorlardı ki annesinin sesini işitti. “Kız gözü kör olası neredesin?” Didara ereli daha bir dakika bile olmamıştı. Bu ilk buluşma burada sonlanacaktı. “Geliyorum anne buradayım”! Koştu üst kata kadar. Annesi öfkeli bakışlarla sorguya çekti-Neredeydin bu saate kadar. Niye aşağıdan gelirsin? Söyle bakalım. Annesi kızgın Gülçehre ürkek. “Bahçedeki gülleri sulamak için inmiştim bahçeye” dedi. “Kız gözü kör olası daha dün suladın bu de ne ola hemen susamış mı? Yalan söyleme! Gülçehre utangaç ve çekingen bir tavırla
-“Anacığım gül bahane didar ganimet” dedi. Yani gül bahanesiyle sevdiği oğlan Aybek ile didara ermişlerdi. Kısa da olsa bir an, bir dakika da olsa bir ömre bedel bir didar (sevgiliye kavuşma) ile ödüllendirdi kendisini. Bu söz “gül bahane didar ganimet” sözü daha sonra dillerde dolaşır söylenir oldu hep.