Hikaye denemeleri - 12 : Bayram sevinci nasıl hüzne dönüştü 

Ahmet Sandal

 Hüseyin her gün soruyordu Annesi Meryem Hanım’a. “Anne, Bayrama kaç gün kaldı, kaç gün kaldı, kaç gün kaldı?” Meryem Hanım, “oruçlarımız bile başlamadı Oğlum. İki gün sonra ilk sahura kalkacağız ve bir ay sonra da Bayram gelecek inşallah” dedi. 

Önce oruç, önce nefis mücadelesi ve en sonunda Bayram.  

Acaba Hüseyin neden Bayramın gelmesini bu kadar çok istiyordu.  

Çok basit bir sebebi vardı, Hüseyin’in Bayramı sabırsızlıkla beklemesinin. 

Çocukluk Arkadaşı Şahin ile birlikte Bayramda Kahramanmaraş’a gezmeye gidecekler ve o gün büyüklerinden topladıkları harçlıkları orada bir güzel harcayacaklardı. 

Sene 1975 ile 1980 arası. O yıllarda Bayramlarda Kahramanmaraş’a gezmeye gitmek, sinemaya giderek özellikle dövüşlü filmler izlemek, Cüneyt Arkın, Serdar Gökhan, Kartal Tibet, Yılmaz Köksal gibi artistlerin başrol aldığı, Kara Murat, Battal Gazi, Malkoçoğlu, Tarkan gibi filmleri izlemek çocuklar için en büyük eğlenceydi. 

Bir de Kahramanmaraş şehir merkezinde Pınarbaşı taraflarında havuzlar vardı. O havuzlarda buz gibi suda çimilirdi. 

Bizim çocukluğumuzda yüzmek deyimi pek kullanılmazdı, biz “çimmek” derdik.  

Ah çocukluğum dili ah! 

Geçen gün kendi kendime şunları düşündüm. “Çocukluğumuzda kullandığımız binlerce kelimeyi unutmuşuz.” Ya da "çocukluğumuzdan sonra binlerce yeni kelime öğrendiğimiz için bazı kelimeleri unutmak zorunda kalmışız.” 

Evet, ben net olarak ifade ediyorum ki, bazı kelimeleri 17 yaşından sonra öğrendim. Ya da bazı kelimeleri 17 yaşından sonra unuttum. 17 yaş, Pazarcık’tan Ankara'ya, yani Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne okumaya geldiğim yaştır. Geliş o geliş ve o günden sonra Ankara’da kaldım. Ankara’da o tarihten sonra öğrendim bazı kelimeleri ve onları öğrendiğim için unuttum çocukluğumda Pazarcık’ta kullandığım kelimeleri. 

 

"Simit" kelimesini öğrenip "Kahke" kelimesini unuttum.  

"Akran" kelimesini öğrenip "Taydaş" kelimesini unuttum.  

“Kepenk" kelimesini öğrenip "Daraba" kelimesini unuttum.  

“Pilav" kelimesini öğrenip "Aş" kelimesini unuttum.  

"Fermuar" kelimesini öğrenip "Cırcır" kelimesini unuttum.  

"Susam" kelimesini öğrenip "Küncü" kelimesini unuttum.  

"Sucuk" kelimesini öğrenip "İrişkit" kelimesini unuttum.  

"Takunya" kelimesini öğrenip "Hapap" kelimesini unuttum.  

"Sivrisinek" kelimesini öğrenip "Üvez" kelimesini unuttum.  

"Kuytu" kelimesini öğrenip "Dulda" kelimesini unuttum.  

"Avurt" kelimesini öğrenip "Duluk" kelimesini unuttum. 

 

Daha bunun gibi çocukluğumda kullandığım nice kelimeyi unuttum. Aslında o kelimeler benim özümdü. “Aslında o kelimeler benim çocukluğumdu.” 

 

Birkaç sene önceydi. Yaşımızın 50’ye yaklaştığı günlerden bir gündü. Kahramanmaraş şehir merkezinde bir çocuk parkının kenarından geçerken, parkta oynayan çocukların “haydi sıypalım” dediklerini duydum ve birden “sıypmak” kelimesi aklıma geldi. Belki de 30 yıldır duymadığım ve “kaymak” kelimesini kullandığımız için unuttuğum bir kelimeydi “sıypmak”.  

Çok mahzun oldum ve sanki o kelimeye ihanet etmiş gibi hissettim kendimi. Çocukluğumdaki o kelimeyi unutmakla, onu dilimden atmakla, başka kelime almakla kendimi vefasız ve suçlu gibi hissettim.  

Neleri atmadık ki? Şimdi sanal oyunlar revaçta, çocukluğumuzda oynadığımız nice oyunları da unuttuk ve başımızdan attık.  

Halbuki biz çocukluğumuzda sokaklarda koşar oynardık, halbuki biz çocukluğumuzda saklambaç, yakan topu, bullooom, deveme çevirme, tel arabası sürme, tahta arabaya binme, gülle-misket utmaca, çelik-çomak oynardık.  

Bullooom oyunu Pazarcık’a özgü bir oyundu. Gece yarısı herkes bir yerlere saklanır ve belirli bir yerde bekleyen gözcünün bulunduğu yer ele geçirilirse, o yeri ele geçiren taraf, “bullooom” diye bağırır ve galip gelirdi. Topaç çevirmenin bizim İlçemizdeki, hatta tüm Kahramanmaraş yöresindeki ismi karşılığı “deveme çevirme”dir.  

Hele bir de tel arabası yaparak, çamur birikintisi içindeki sokaklarda forslu forslu, havalı havalı sürüşümüz vardı ki, deme gitsin. 

Sanal oyunların girdabına düşen ve neredeyse sokaklarda oyun oynamayı unutan şimdiki nesil bilmez bunları. 

 

ESKİDEN BAYRAMLAR ÇOCUKLAR İÇİN HEYECAN KAYNAĞIYDI 

Bayramlar, çocukların en sevdiği günlerdi, benim çocukluğumda. Şimdi öyle midir? Bilinmez.  

Sene 1971-1980 arasında, yani beş - altı yaşından sonra, on beş yaşına kadar çocuk olduğum yıllarımı düşünüyorum. O yıllarda bırakın cep telefonunu, bilgisayarı, normal telefon, TV’ler bile her evde yoktu. 

Şimdi neredeyse her evde bilgisayar, her cepte telefon var. 

Çocuklar dahil, neredeyse herkeste cep telefonu varken, birçok evde, neredeyse her evde bilgisayar varken,  bu cihazlardan sanal oyunlara kolayca ulaşmak mümkün iken, çocuklar neden Bayramları beklesin ki! 

 

ÇOCUKLARA ŞİMDİ HER GÜN BAYRAM. 

Elbette, çocuklara her gün Bayram değil elbette. Çünkü o sanal oyunlar, o cep telefonlarındaki, o bilgisayarlardaki saçma-sapan oyunlar kafa karıştırır, asla huzur ve mutluluk vermez. Bizim çocukluğumuzdaki oyunlar ise mücadele azmi aşılar ve ruhen ve bedenen güçlü-kuvvetli olmamız açısından bir spor mahiyetindeydi.  

Çocuklarımızı tekrar eski oyunlarımıza, sokaklarda arkadaşlarımızla oynadığımız güzel ve geleneksel oyunlarımızla tanıştırmalıyız. Bir de çocukluk günlerinde kullandığımız kelime ve sözleri unutamayıp onları da günlük hayatımızda kullanmalıyız. 

Bu iki husus çok önemlidir.   

 

HÜSEYİN O BAYRAM GÜNÜ ERKENDEN UYANDI 

Bayram gelmişti. Beklenen o güzel gün gelmişti. Sabah erkenden uyanan Hüseyin, bayramlık elbiselerini giymişti.  

Kafasından hemen hızlıca plan yaptı. 

Öğleden önce Şoför İshak Dayımın, Pamukçu Hüseyin Dayımın eli öpülecek, biraz uzakta evleri olan Mahmut Amcamın, Zekiye Ninemin eli öpülecek, daha uzakta evi olan Nimet Halamın eli öpülecek, her Bayramda Gaziantep’ten Pazarcık’a gelen Hacı Dayım ile Ayşe Halamın eli öpülecek, yakındaki başka akraba ve büyüklerimin de elleri öpülerek toplanan bayram harçlıkları ile hemen bir minibüse binilerek Kahramanmaraş’a gidilecekti. 

Arkadaşı Şahin ile bir gün öncesinden o planı yapmıştı Hüseyin. 

Tabi en önce de, Hüseyin’in Babası ve Annesinin elleri öpülecekti. Yani, Marangoz Mehmet Usta ile Meryem Hanımın eli öpülecekti.

Hüseyin ve Şahin, o bayram günü öğleden önce ve yakın akraba ve mahalledeki büyüklerinden topladıkları bayram harçlıkları ile Pazarcık çarşısında buluştular ve doğruca Kahramanmaraş minibüs durağına gittiler. Eski marka cherlovet marka mıydı, magirus marka mıydı, bir minibüse binerek Kahramanmaraş’ın yolunu tuttu iki kafadar, Hüseyin ve Şahin. 

 

ESKİDEN HER MAHALLE BİR AİLE GİBİYDİ. 

Günümüzde ne mahalle kaldı, ne aile. Maalesef eskiden olduğu gibi birbirine bağlı, dayanışma içerisindeki aile de kalmadı, mahalle de kalmadı. 

Eskiden, mahalledeki büyükleri, çocuklar, sanki amcası, dayısı, halası, teyzesi gibi bilirdi. Büyükler de çocukları sanki oğlu, kızı, evladı gibi görürdü.  

Kimse kimseden korkmaz ve çekinmezdi. Mahallede güven ortamı hakimdi. Gel gör ki, aradan geçen son 40 yılda, çok şey değişti, çok. Derler ya, “köprünün altından çok sular aktı” diye. 

Bu toplum ne yapmalı, ne etmeli. Şu iki müesseseyi güçlendirmelidir. Aile ve mahalle güçlendirilmelidir.  

Bizim ecdadımız gibi, güçlü ve huzurlu bir toplum olmamızın çözümü ve formülü çok açık: “Aile ve mahalle sağlam ve güçlü olmalıdır.”  

Huzurlu ve mutlu bir ailede büyüyen, güçlü, sağlam ve birbirleriyle yardımlaşma içerisindeki mahallede yaşayan Hüseyin ve Şahin, bayramda Kahramanmaraş’a gezmeye gidiyorlardı.  

Pazarcık ve Kahramanmaraş arasında yolcu taşıyan minibüs Narlı’yı geçip aheste aheste yol alıyordu. O mıntıkada yolun eğimi gittikçe, birazcık daha dikleşiyordu. Hele Tomsuklu denilen bir yere geldiğinde, minibüsler daha da zorlanıyordu. O mıntıka sert bir rampaydı.  

Pazarcık ve Kahramanmaraş arasında, Çiğli denilen yeri geçtikten sonra Kapıçam mevkiine ulaşır, odan sonra Kahramanmaraş şehir merkezi görünmeye başlar. 

 

HÜSEYİN, PAZARCIK VE KAHRAMANMARAŞ ARASINDAKİ YOLU ÇOK SEVER. 

Yaşı 50’yi biraz geçmiş olan Hüseyin, nice yollarda seyahat etti. Nice şehirler gördü. En sevdiği yol güzergâhı Pazarcık ile Kahramanmaraş arasındaki yoldur. Bazı yerlerde düz, bazı yerlerde hafif, bazı yerlerde dik rampadan müteşekkil o yolu nedense çok sever Hüseyin. 

O yolda seyrederken Kahramanmaraş’ın uzaktan görünümü çok enfestir. Bir tarafta yemyeşil bir ova ve ovanın bittiği yerde Ahir Dağı etekleri ve şehrin dağ eteklerine sıra sıra dizilmiş Maraş’ımızın şirin evleri. 

Hüseyin ve Şahin şehre varır varmaz, önce karınlarının açlığını gidermek için bir kebapçı dükkanı buldular. Güzel olur Kahramanmaraş’ın ciğer kebabı, et kebabı. Afiyetle bir çırpıda, alelacele yediler kebaplarını. 

Hedeflerinde Hafız’ın Gölü dedikleri yerde havuza girmek ve çimmek vardı. Kebaplar yenildikten sonra doğruca Pınarbaşı’na doğru yol aldılar. Pazarcık dolmuşlarının durağına yakın bir yerde kebap yemişlerdi. Oradan sonrası meyilli idi. Çocuk adımları küçüktür, çocuk ayakları zayıftır. Ancak, bir şeyi severek ve heyecanla yaparsa çocuklar şimşek hızıyla giderler hedeflerine. 

Hafız’ın Gölü’ne çok hızlı varmıştı Hüseyin ve Şahin. Bol bol çimdiler o gün o havuzda. Havuzdan çıkar çıkmaz hedeflerinde sinemaya gitmek vardı. O tarihlerde Kahramanmaraş’ta iki üç sinema vardı. Gerçi ondan sonra bu sayı gitgide azaldı. TV’ler yaygınlaştıkça sinemaların önemi azalmıştı. 

Sinemalar 2000’li yıllardan sonra devasa Alış Veriş Merkezlerinin (AVM’lerin) pıtrak gibi çoğalmasıyla tekrar çoğalmaya başladı. Ancak, bir zamanlar Kahramanmaraş’ta neredeyse tek bir sinema bile açık kalmamıştı. Televizyonların her evde yerini almasıyla sinemaların önemi azalmıştı bir zamanlar. 

HEY KADIN HEY! GÜN GELECEK HER EVDE BİR SİNEMA OLACAK 

Hacı Murteza Sandal, Hüseyin’in dedesidir. Yukarı Pazarcık’ta yaşamış, evliya, mübarek bir kişidir. Ruhu şad olsun. Rabbim (cc), herkesi sevdikleriyle buluştursun.  

Hiç görmedi Hüseyin, Dedesini.   

Hüseyin’in doğduğu senenin ertesinde, yani Hüseyin bir yaşındayken vefat etmiş Dedesi Hacı Murteza Efendi. 

Hüseyin en erken 4 yaşından sonrası dönemi hatırlıyor. İşte o yaştan öncesine ait aklında hiçbir hatırası yok. Hüseyin bir yaşındayken vefat eden Dedesinin simasını hiç mi hiç hatırlamıyor.  

Hüseyin’in Dedesinin Eşi, yani Zekiye Nine, sinemaya gitmeyi ve film izlemeyi çok severmiş.  

Hoca ve evliya bir zat olan Hacı Murteza Dede, bu durumdan çok haz almazmış. Zekiye Ninenin gizli gizli sinemaya gittiğini hisseden Dede, 1960’lı yılların başlarına, bir gün ona şöyle seslenmiş: “Ey Hanım ey! Ey Kadın hey! Yakında her evde bir sinema olacak” diye seslenmiş. 

Hacı Murteza Dedenin vefat ettiği yıl 1966. Ülkemizde televizyon yayınlarının TRT tarafından başlatıldığı yıl, 1968.  

Hüseyin bu şekildeki bir öngörüyü, televizyonların evlerde yer alacağını Dedesinin önceden bildirmesini bir keramet olarak görüyordu.  

Hüseyin, aradan yıllar geçtikten sonra bir gün gün şöyle seslendi arkadaşlarına: “Ben, Dedemin “gizli bir evliya” olduğuna inanıyorum.” 

Evliyalar dört türdür. Birincisi, kendisinin evliya olduğunu herkes bilir, kendi bilmez. İkincisi, ne kendisi bilir, ne herkes bilir. Üçüncüsü, kendisi bilir başkası bilmez. Dördüncüsü, hem kendisi bilir, hem herkes bilir. 

Hüseyin sözlerine şöyle devam etti: “Dedemin evliyalığını ve keramet sahibi olduğunu o tarihlerde Pazarcık’ta yaşayan birçok kişi biliyordu. Ancak, kendisi bir evliya olduğunu ve keramet sahibi olduğunu biliyor muydu? Bu durum gizlidir.”  

 

“RIZKI VEREN ALLAH’TIR.” 

Hacı Murteza Dede Kahramanmaraş Kayabaşı Mahallesi nüfusuna kayıtlı, Sandalzade olarak bilinen bir sülaleden gelmektedir. Bu sülaleden evliya, hoca ve alim zatlar çok yetişmiştir.  

Hacı Murteza Dede hem Kahramanmaraş merkezde, hem de Pazarcık İlçesinde, tabi ki, eski Pazarcık’ta, şimdilerde Bağdın-ı Sağir (Küçük Bahçe) denilen mahallede gardiyanlık, mübaşirlik görevlerinde bulunmuştur.  

Sene 1930’lı yıllardır. Ya da daha ileriki yıllar. Görev yaptığı yerde savcı ya da hakim, “Hacı Efendi, git şuradan bana bir topak al da gel” diyor. 

“Topak”, o yıllarda içki şişesine verilen isim.  

Hüseyin’in Dedesinin tavrına bakın ve karşı duruşunu gelin tefekkür eyleyin. Hayran olmamak mümkün mü?  

“Hakim Bey, ben o haltı işleyemem.”  

Bu nasıl bir iman, bu ne büyük bir tevekkül böyle.  

Hacı Murteza Dedenin “ben o haltı işleyemem” demekteki kasdı şudur: “İçki haramdır, o içkiyi o dükkandan satın alıp da getirerek harama aracılık yapamam” diyor.  

Ve bu söz üzerine savcı ya da hakim, “seni azlettim, görevden attım” diyor. 

Hüseyin’in Dedesinin verdiği cevap müthiş: “Asıl ben seni azlettim” diyerek işi terkediyor ve “rızkı veren Allah’tır” sözünü zikrederek oradan ayrılıyor. 

 

MURTEZA İSMİNİN ANLAMI NEDİR? 

Murteza, Allah’ın takdirine “tam rıza gösteren” demektir.  

Murteza ismi aynı zamanda, Hz. Ali (ra) efendimizin bir lakabıdır. Hz. Ali (ra) Efendimiz Murtezadır.  

Şair diyor ya, “kâlpten kâlbe bir yol vardır, görünmez, yol gizli gizli, yol gizli gizli” diyor ya. 

Hz. Ali (ra) ile Hacı Murteza Efendi arasında “gizli bir yol” olduğuna inanıyorum. O gizli yolu bulmak inşallah bize de nasip olur. 

Hacı Murteza Dedenin hayatından bu güne yansıyan ve Hüseyin’in Babası Marangoz Mehmet Usta’nın çocuklarına anlattığı birçok anı var.  

Hacı Murteza Dede, Osmanlı Ordusunda Yemen’de, yedi yıl kadar cephede savaşmıştır. Savaş sonrasında terhis olduktan sonra nice zorluklarla, aç susuz bir şekilde, kimi yerde trenle, kimi yerde yaya yürüyerek Kahramanmaraş’a ulaştığında ve avlulu evlerinden içeriye girdiğinde, Annesi Oğlunu tanımamış, eskiden “hapap” denilen, şimdilerde “takunya” olarak bilinen tahtadan mamul o cismi fırlatmıştır. Çünkü, genç Hacı Murteza, aylarca yolculuk yaptığından kimi yerlerde yürüyerek geldiğinden üstü başı hırpani kılıklı olmuş ve Annesi de eve meczup, deli birisi girdi sanmış.  

Düşünün şimdi: “Bir Anne, yıllar sonra eve gelebilen, savaştan sonra bin bir güçlükle evine ulaşan Oğlunu tanımıyor.” Filme sahnesi gibi, ancak gerçek. 

Annesinin kendisine doğru hapap fırlattığını gören Hacı Murteza, evin avlusuna dizüstü çökerek, “zaten aylardır perişanım, ne çilelerle yolculuk yaptım, siz de beni istemiyorsanız, buralardan da gideyim” diyor. Hacı Murteza Dedenin Annesi, sesinden oğlunu tanıyor ve koşarak “Oğlum Murteza, sen miydin” diyerek sarılıyor ve her ikisi de gözyaşlarına boğuluyorlar. Evet, filme sahnesi gibi, ancak gerçek. 

Bu Ülke, bu günlere kolay gelmedi. Nice savaşlardan çıktık, nice zorluklar gördük. Hacı Murteza Dede, 1. Dünya Savaşı’nda Yemen’de savaştı ve nice seneler sonra güçlükle dönebildi evine. Ancak, Hacı Murteza Dedenin Kardeşi Yedek Subay olarak Galiçya’da savaştı, ancak Kahramanmaraş’a bir daha dönemedi. Hacı Murteza Dede savaştan sonra şehrine dönmüştü, ancak Kardeşi dönememişti. Çünkü, o cephede şehadete ulaşmıştı.  

Hukuk Fakültesini bitirir bitirmez cepheye çağrılan Mehmet Sandal, Galiçya Cephesinden dönemedi. Kabri Romanya’daki Osmanlı Şehitliğindedir.   

Hüseyin’in Babasının ismi de şehid Mehmet Sandal’dan gelmektedir. Hüseyin’in Dedesi Hacı Murteza Efendi’nin hayatında yaşanmış bazı anılardan yola çıkarak bu noktaya geldik. 

Hüseyin çocukluğunda başladığı şiir daha sonra devan edecek ve nice şiirler yazacaktı. Hüseyin bir şiirinde ecdadını tarif ederken şöyle seslenecekti:  

 “Onlar nerede, biz neredeyiz. 

Onlar göklerde biz yerdeyiz.” 

Tekrar, Hüseyin ve Şahin’in Bayram günü yaşadıklarına dönmek gerekirse, şunları anlatalım: 

O gün havuzdan sonra iki arkadaş hemen sinemaya gittiler. Sinemadan sonra hava kararmadan Pazarcık’a dönmeleri gerekiyordu. 

“Kahramanmaraş’ta o yıllarda birkaç sinema var” demiştik. Hüseyin hâlen Renk Sinemasının, Çiçek Sinemasının isimlerini hatırlıyor. Kalenin tam alt kısmında bulunan sinemanın ismi Çiçek Sinemasıydı. Hüseyin ve Şahin o gün Renk Sinemasında oynatılan bir filmi izlemeye gittiler.  

Filmin ortasında birden bire bir kargaşa ve kaçış başladı. 

 

ACABA İNSANLAR FİLM ORTASINDA NİYE KAÇTILAR? 

Hüseyin ve Şahin, iki kafadar arkadaş, epey yorulmuşlardı o Bayram günü. Şehir içerisinde dolaşmışlar, yemiş-içmişler, buz gibi su ile dolu bir  havuzda yüzmüşler ve ardından da sinemaya gitmişlerdi. Sinemada keyifle film izlerken, filmin tam ortalarına doğru gelindiğinde, sinema salonunda bulunan herkes pür dikkat filmi izlerken, birden sahneye doğru karanlığı yaran bir ateş parçası görüldü. 

Birisi, sinema ekranına doğru dinamit atılıyormuş görüntüsü verecek tarzda, yalnızca dinamitin fitilini ateşleyip fırlattı. Herkes sanki sinemanın ortasına dinamit atılmış sandı. Ve can havliyle çıkış kapısına doğru sinemadaki tüm seyirciler kaçışmaya başladı. 

Hüseyin ve Şahin de korku, panik ve heyecan içerisinde kalabalığın arasında çıkışa doğru koşuyorlardı. İkisinin de bünyesi zayıftı, kalabalıktaki iri cüsseli, kuvvetli insanların ayakları altında az kalsın ezilecek gibi oldular. 

Her ikisi de kendilerini zorla dışarı atmışlardı. Kurtulmuşlardı. Sinemanın sahnesine doğru atılan da dinamit değil, yalnızca dinamitin fitili olduğu anlaşıldığında, iş işten geçmiş ve izdihamdan dolayı sinema salonundaki sandalyeler kırılmış, kapılar paramparça olmuştu. Kimi insan da yaralanmıştı. 

 

HÜSEYİN’İN BAYRAMLIK AYAKKABILARINA NE OLDU? 

Hüseyin o Bayram gıcır gıcır bir çift ayakkabı ile gezmişti Kahramanmaraş sokaklarını. Simsiyah renkli bir çift kundura almıştı Hüseyin’in babası. Ve Hüseyin ilk defa o Bayram günü giymişti o gıcır gıcır ayakkabılarını. O gün sinemadan can havliyle kaçarken,  korku ve kargaşa içerisinde sağa-sola koşarken, Hüseyin’in ayakkabıları çıkmış ve yere düşmüştü. İzdiham sırasında o ayakkabıları almaya kalksaydı ezilir ve maazallah “ölür giderdi Hüseyin.” 

Telaş bitmiş, kargaşa sona ermiş ve sinemaya dinamit atılmadığı belli olduktan sonra, Hüseyin sinema salonuna geri dönmüştü. Hüseyin, tüm salonu didik didik aradı, kırılmış sandalyelerin altına, sağa-sola, köşe-bucak her yere bir ümitle baktı baktı, baktı. Nafile, ayakkabılarını bulamadı. 

Pazarcık’tan Kahramanmaraş’a Bayram gezmesine gelen küçük Hüseyin, o gün çarşıda ayakkabısız bir halde, yalınayak yürümek zorunda kalmıştı. Cepte de ayakkabı alacak parası yoktu. Parası olsa da Bayram günü açık bir ayakkabı dükkanı bulması mümkün değildi. 

Sinemanın bulunduğu tepeden aşağıya doğru, Pazarcık minibüs durağına kadar yaklaşık 2 km’lik yolu yalınayak yürümek, o sırada etraftakilerin garip garip bakışlarına muhatap olmak, zor, oldukça zor bir durumdu. 

Hüseyin, o zor durumda utana-sıkıla, durağa doğru yürürken Şahin, kahkahalar ile gülüyordu. 

Hüseyin, bir tarafta hüzünlü, bir taraftan komik olan bu anıyı her hatırladığında, 1980 öncesi, anarşik olayları ve Ülke genelindeki ve Kahramanmaraş özelindeki nifak hareketlerini ve sinsi planları da hatırlar. 

Çünkü, o yıllarda ABD ve Sovyetler Birliği denilen iki şer Ülke, kendilerine uygun bir zemin oluşturmak için, Ülkemizi bölmek ve parçalamak için, insanlarımızı kamplara, sağ-sol diye gruplara bölmüşlerdi.  

1980 öncesinde insanlar korku ve panik içerisindeydi. Özellikle Kahramanmaraş ve çevresi karıştırılmak ve kargaşa çıkarmak için seçilmiş bir yerdi. Ve ABD ile Sovyetler Birliği’nin sinsi planları Kahramanmaraş’ta sahneye konularak ve Çiçek Sinemasına da bomba konulmak suretiyle kentte infial oluşturulmuştu. O infial ve karışıklık sonrası Kahramanmaraş Olayları meydana getirilmiştir.  

İşte o gün, Hüseyin’in ayakkabılarının kaybolduğu gün de, yani sinemaya bir dinamit fitili ateşlenip de atıldığı gün de, belli ki, ortalığı karıştırmanın provaları yapılmış ve halkta panik oluşturmanın yöntemleri denenmiştir.

Hüseyin’in o Bayram günü yaşadığı, olaydan birkaç ay sonra, Kahramanmaraş’ta Çiçek Sinemasının bombalanması, 19 Aralık 1978 günü gerçekleştirilmiştir.  

 

 

 

 

Kahramanmaraş Olayları da sinemaya bomba atılmasından birkaç gün sonra, ABD ve Sovyetler Birliğinin gizli servisleri tarafından sinsice planlanmış (sol görüşlü öğretmenlerin öldürülmesi ve benzeri) birkaç eylemden sonra başlatılmıştır.  

12 Eylül 1980’den önce eylemler bir sağ’dan, bir sol’dan seçilmektedir. Çiçek Sinemasına bomba atılmasında sağcılar, o olaydan birkaç gün sonrasında planlanan öğretmenlerin öldürülmesinde solcular hedef seçilmiş ve maksat her iki tarafı da karşı karşıya getirmektir. Toplumsal olaylarda en tehlikeli durum budur. Birkaç sinsi hareket ile toplumun hassas kesimlerini kaşımak yabancı istihbarat servislerinin en tehlikeli ve en eski metotlarıdır. 

Hâlen de geçerli olan o alçak metotlara karşı her daim tedbirli olmalıyız ve tuzağa düşmekten, hedef olmaktan kaçmalıyız. 

Bu Ülkenin çocukların ve gençlerine sesleniyorum: “Birlik ve dayanışma içerisinde olduğunuz müddetçe sizi hiçbir güç yıkamaz.” 

Gelin şu temsili hikâyede geçen mesaja odaklanalım ve tefekkür eyleyelim. 

 (Not: Temsili hikâyede geçen olayın gerçek hayatta olup olmadığı mühim değildir. Mühim olan o temsilde verilen mesajdır.) 

Atamız Oğuz Han, ölmeden önce, hasta yatağında çocuklarını çağırıp şöyle sesleniyor: “Bana bir çubuk getirin” diyor.

Kendisine getirilen çubuğu kolayca kırıyor.

Oğuz Han, “Bakın çocuklarım, işte bir çubuk, bakın bunu ben bu hasta halimle dahi kırabiliyorum”  diyor.

Ardından, çocuklarına 12 çubuğu bir deste haline getirip de bağlamalarını söylüyor ve 12 çocuğuna tek tek bu bağlanmış desteyi veriyor ve “haydi bakalım bu desteyi kırmanız mümkün mü?” diye soruyor.

Hiçbirisi de birleşik olarak bulunan 12 deste çubuğu kıramıyor.

Çağ’lar ötesinde hepimize mesajı şöyle veriyor, ““Birlik olursanız, işte bu çubukları kıramadığımız gibi, sizi de kimse kıramaz, sizi kimse parçalayamaz…”

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.