Sizleri kutluyorum. Ben Eflatun’un yorumunu biliyordum, derslerde anlatmıştı. Güzel temsil olacağından şüphem yok. Size başarılar dilerim. Dekorlar Mariinsk Operasında hazırlanır, demiştin… Şimdi Leningrad’a gidiyorsunuz, öyle mi? –Evet, Hocam, eskizleri teslim edeceğiz, - dedim. - Size başarılar. Dmitriyev mektup hazırlamıştır, bana getirirsin, imzalarım. Sıkıntın olsa telefon et. Benim gitmem lazım, İrina evde bekliyor…
-Hocam İrina Hanıma selam ve sevgilerimi iletin. Temsil provaları bittikten sonra kendisi mutlaka ziyaret edeceğim. Bana annelik etmiştir…
-Söylerim, ciddi çalışmaların vardır, bunu görüyorum. Size iyi yolculuklar. -Kapıya dek Hocama eşlik ettim.
Geldiği gibi de odadan acele çıktı…
…Sevinçle, zaferle Leningrad`a (Saint-Petersburg’a) gidiyoruz. Trenimiz ovaları, şehirleri, dağları aşarak trak…ta, ta…trak…ta, ta…haykırarak hızla ilerliyordu. Eyyup Fataliyev şaşırıp kalmış haldeydi.
-Eflatun, çok sağ ol ki, beni Hocanla tanış ettin. Moskova Bolşoy Operasının Başrejisörü, dünyanın en büyük opera rejisörünün odasındaydım. Sonra geldi, tanış olduk. Resimlerime, makete, eskizlerime baktı, beğendi, güzel sözler söyledi ve gitti… İnan ay Eflatun, hala da şok içindeyim. Sanki rüya görüyorum. Bak, Eflatun, sen dünyanın en hoşbaht ve mutlu insanısın ki, böyle deha sanat adamının Öğrencisisin. Aranızdaki samimiyeti gördüm, odasına evin gibi dâhil olman, sekreterin yaklaşımı, Pokrovski’nin gelişi, bizimle doğma yakını gibi ilgilenmiş olması, senin reji yorumunu beğenmesi, bir aile ferdi gibi sana olan samimi baba-evlat yaklaşımı beni çok mutlu etti…
Eyyup’un bu hoş, içtenlikle söylediği sözlerini dinliyor, vagonun penceresinden yeşil ormanlara, yemyeşil çimenlere, köylere bakıyor, sanki semalarda uçuyordum. Eyyup haklıydı, ortada iki büyük başarı vardı: bestekâr Borodin`in el yazısını bulmuştum. Bundan büyük başarı olamazdı. Eyyup’un sözleri beni onurlandırdı. Bir Dünya Rejisörü`nün Öğrencisi olmanın gururunu yaşıyordum… Dört yıl derslerim Bolşoy Operasında, Hocamın odasında yaptığımı hatırladım...
–Evet, Eyyup, haklısın, ben Hocamla baba-evlat gibiyiz. Zaman-zaman odasında, bazen de evinde, mutfakta oturmuş, çay, kahve içerek ders yapıyorduk. Bazen tartışıyorduk; örneğin, temsilin finali konusunda. Çünkü Pokrovski’nin temsilinde de final yoktur. İgor esirlikten dönüyor, eşine yaklaşıyor ve el-ele tutuşup sahneden çıkıyorlar. Temsil bitiyor. Bir gün ders yaparken aniden kendi temsilini anlamadığımı ve ideanın net aydın olmadığını Hocam Pokrovski`ye ifade ettim…Bu böyle oldu…
ÜÇÜNCÜ PERDEDE TÜRKLERİN ZAFER GÜCÜ VARDIR
…Bolşoy’da Hocamla ders yapıyorduk. Kendisinden sordum:
Ben: -Hocam, sizin temsilinizde de final yoktur. İgor eşine dönüyor, el-ele verip Saraya gidiyorlar. Perde iniyor… Eee, ideanın ne olduğu belli olmuyor? Acaba ben mi anlayamıyorum? Ne dersiniz?
Pokrovski: - Evet, dedi, zor bir görevimiz vardır. Biz rejisörler hep soru arıyoruz, bu çok önemlidir. Ama söylediğin çok hassas ve önem taşıyan konu olmalı. Önce düşüncelerimle senin yanındayım. Bunu ilk gelişinde de söylemiştim. İgor’un uğursuz talihi vardır. Glazunov yersiz, uyuşmayan müzik yazmış üçüncü perde için. Kesin uyuşmuyor. Borodin’in müziğine hiç uyuşmuyor evvela. Daha sonra tüm insanlar bilmeliler ki, Borodin orkestrayı bilmiyordu. Rimski-Korsakov yazmıştır orkestrayı. Bazı hususlar vardır ki, hepsi bunu anlamalıdır. Korsakov’un müthiş emeği vardır, bunu unutmamalıyız. Ama üçüncü perde hakkında seninle aynı düşüncedeyim. Olmaz Epilogu atmak, kolay mı besteci yerine karar vermek? Üçüncü perdede idea belirlenir. Atmış olsan boşluk olur, opera amacına ulaşamaz. Eksiklik yaranır. Kimin aklına ne geliyorsa ediyor, yapıyor sanki. Olmaz efendim, mümkün değildir! Opera geçen yüzyılda yazılmıştır, üzerinden yüz yıl sonra birileri çıkacak, “Bu perde fazla gelir, üçüncü perde tüm gerekmez”.- Sen kim oluyorsun arkadaş?”, -diye sormazlar mı? Şef mi, rejisör mü, kimsenin hakkı yoktur söz söylemeye. Olur mu? Bunu yapmak yerine yeni bir opera yazsınlar daha iyi olmazdı mı? Yazılanlar klasik örneklerdir, onlara dokunmak günah olur, klasiklere saygı duymalıyız. Şunu itiraf edeyim. Senin anlattıklarından sonda operayı, Litvanya’da aynen üçüncü perdeyle beraber sergiledim. Aslinde gücü senden aldım. Ciddi sözümdür. Doğru diyorsun, İkinci Perde, İkinci Tablonun sonunda güçlü müzik dramaturgisi hâkimdir. Kıpçakların (Türklerin-E.N.) zafer gücünü ifade ediyor.
Ben: -Hocam, siz Glinka’nın “Ruslan ve Lyudmila” operasını da beş Perde olarak Bolşoy’da sergilediniz. Tüm provalarınızda oturdum ve dikkatle izledim. Sizin, klasiklere büyük saygı ve sevgi olduğunuzu biliyorum. Musorgski’nin “Boris Godunov’u da bestecinin ilk elyazmaları üzerine sahneye koydunuz. Dünya klasik operalarının hemen-hemen tümünü sergilediniz.
Pokrovski: -Hiçbir bestecinin müziğiyle oynamadım. Bu yanlış olur. Operanın bu gün insanlara, topluma neler vereceği doğrultusunda düşünmek lazım. Örneğin, İgor olsun, yahut ta Konçak olsun, bu günkü amaçları nelerdir? Bak, Eflatun, sana katılırım, idea gerçekten önemlidir. Rejisörü toparlar, ne yapacağına yol gösterir. Kuşkularınıza katıla da bilirim, katılmaya da. Haklı yönünüz yok değil. Konçak vahşi çöllerde yaşamış olsa da soyu belli, Türk soyundandır. Bazıları için(Ruslar için-E. N) sıkıntılı ola bilir. Moliere’nin “Sçapin’in Dolapları”nda da Türk’e küfürler ediliyor. Ama buna üzülmeye değmez. Her toplumda Don Juanlar, Konçaklar vardır ve olacaklar da. Önemli olan bu değildir. Operadaki müziği yorumlamaktır. Sen İgor’un Aryasını Çadır içinde vermişsin. Tüm sahne boyu kocaman bir Çadırda. İgor kendi Çadırında, kimsenin işitmediği yerlerde söyler. Bu gerçekten güzeldir. Konçak da onun odasına, yuvasına geliyor. İntim konuşurlar. Yorumunuz mantıklıdır…
DOĞRU DİYORSUN, KONCAK TÜRK KÖKENLİDİR…
…Fakat önce seyrettiğim temsillerde İgor’un aryası Çayın kenarında, ne bileyim, tepenin üstünde, uçurumun kenarında vs. Şimdi düşünüyorum da yanlış, sahrada söylemekle, çayın kenarında, tepenin üstünde, daha nerelerde okuyabilir. Bu hiç ne ifade etmez. Ama çadırın içinde çok, ama çok farklı. Odasındaymış gibi, kendi kendine konuşur. Bu bir yorumdur. Seni tebrik ediyorum… Sonra Konçak onu çağırabilirdi, yahut ta sahrada rast gelebilirdi, mümkündür. Ama ona gelir. Nereye? Odasına, başka sözle ayağına gelir İgor’un. Buradaki düşünce şu, Konçak ona değer veriyor, onu sayar, saygı duyur, sever onu. Neden derseniz? Çünkü onunla yeniden birlikte dost olmak ister, evvellerde olduğu gibi…
Ben: Bir zaman her ikisi birlikte “Kiev Rusya’sı” üzerine yürüdüler ya? Yaktılar, talan ettiler, sonra da esir düştüler. Ne kadar adamları öldü, şehirler, köyler yanıp kül oldu. Ben Konçak’ı savunmuyorum, fakat onlar da bir nevi çöllere sürgün edilmişlerdir. Zaman-zaman Ruslar bir yandan, “Kiev Rusya’sı” da öbür yandan, Türk soyundan olanları büyük şehirlerden, köylerden sürgün etmişlerdir. Bu bir tarihtir. Rus araştırmacıları abartılı olarak neredeyse Piçegunları Çingenelere benzetiyorlar, bununla da toplumda ırk düşmanlığı yaratıyorlar. Şu halde Timurlenk, Çengiz Han da Çingene mi? Stalin İkinci Dünya Savaşı zamanı Kırım Tatarlarının tümünü bölgeden sürgün etti. Nedeni Tatarlar faşist Hitler’in adamlarıyla ilişki kurmuşlar. Nazilerle ilişkide Ruslar da vardı, peki onlar neden sürgün edilmediler? Her defasında böyle sürgünlerin bir bahanesi bulunmuştur. Ama Tatarların topraklari işgal edildi ve Tatarları Ruslaştırdılar…
AHISKA TÜRKLERİ DE EZELİ TOPRAKLARINDAN SÜRGÜN EDİLDİLER…
Peki, Ahıska Türkleri bin yıllarca ata-baba topraklarında, şimdiki Gürcistan ile Türkiye sınırlarında yaşadılar. Sovyetler kurulmadan önce bu topraklar Osmanlı sınırları içinde olmuştur. Gaddar Stalin, hain Mikoyan`ın etkiksiyle ani karar alıyor ve üç saat içinde Ahıska Türklerini - çocuk, yaşlı, hasta, hamile kadınları da topyekûn hayvan taşıyan vagonlara atıyor; aylarca aç, susuz kalan insanlar hastalıktan vagonlarda ölüyorlar; ölüler vagondan dışarıya atılıyor ve Uzak Sibirya’nın soğuk çöllerine bırakılıyor. Evsiz, aç ve hasta halde; bu gerçek Türkler trajik halde ölüyorlar. Tarihin en acımasız katliamı yapılmıştır… Onların baba yurtlarına, evlerine Gürcüler, Ermeniler ve Ruslar yerleştiriyor. Ruslar büyük topraklarda uzun yıllardır yaşayan insanları acımadan, soğukkanlılıkla kendilerine mahsus topraklardan sürgün etmiş, öldürmüşlerdir.
Hocam, başka bir örneği de anlatayım… 1792 yıllarından, Çar Rusya’sı, ezeli Azerbaycan toprakları olan (Şimdiki Ermenistan toprakları) Batı Azerbaycan topraklarından Azerbaycan Türklerini 1828-1892 yıllarında dede-baba topraklarından kademe-kademe, sürgün etmişler. Ve bu topraklara İran ve Türkiye’den davet olunan Ermenileri yerleştirmişler. Bu sürgün – 1903-1905; 1912-1921; 1932-1938-39; 1947-1951 yıllarına dek; daha sonra dehşetli soykırımlar yapılarak Azerbaycan Türkleri 1957-59; 1968-70 yıllarında da evleri, toprakları ellerinden alınarak Azerbaycan’ın aran topraklarına atılmışlardır. Dağ bölgesinden sürgün edilen soydaşlarımız aran topraklarda hastalanmış, ölmüşlerdir…
Devamı vardır…