Bekliyorduk, ne zaman su koyverecekler diye…
Hani, İsrail adındaki terör örgütüne karşı, zahirdeki en keskin diklenişleri hep onlar yapıyordu.
ABD ile 40 küsur senedir, ‘Büyük Şeytan ile Şer Odağı Karşı Karşıya’ adlı çadır tiyatrosunu gayet güzel oynuyorlardı.
İsrail, Gazze’ye abandığında, herkes, İran’ın derhal savaş tamtamlarını çalmaya başlayacağını sanıyordu.
Lübnan’daki İran uzantısı Hizbullah ile İsrail, arada bir karşılıklı ‘füzeleşmeler’ yaparak tansiyonu yükselttiğinde, savaşın büyüyeceği, hatta İsrail’in birden çok cephede savaşmak zorunda kalacağı yorumları gırla gidiyordu.
Nedense ben bu ‘müthiş uzman yorumlarına’ hiçbir zaman katılamadım.
5-6 gün önce Lübnan Hizbullahının başındaki Hasan Nasrallah isimli zat basın toplantısı yaptı. O anda bütün dünya televizyonları canlı yayına geçmiş, herkes nefesini tutmuş vaziyette Nasrallah’ın İsrail’e karşı savaş ilanını bekliyordu.
Oysa Nasrallah, bildiğimiz çığırtkan üslubuyla ve içeriksiz laflarla esip gürledikten sonra, “Bu savaşa Hizbullah da girecek mi?” sorusuna, tipik bir Fars kurnazlığıyla cevap veriyordu: “Biz zaten 7 Ekim’den bu yana savaşıyoruz…”
O anda kendi kendime şöyle söylenmiştim: “Geçmiş olsun. İş yine başa düşüyor. Bunlardan bir hayır gelmez…”
Ortadoğu’da Haçlı Batının oyun partneri rolünü en az bin yıldır oynayan İran’ın da bir şey yapmasını, şahsen beklemiyordum. Zaten İran’ı yöneten tayfanın ABD ve İsrail’e karşı ikide bir sergilediği ‘diş gösterme ritüelleri’, en az 15 yıldan beri beni hiç ikna edemiyordu.
Dün İran yönetiminden ve Lübnan Hizbullah'ı yöneticilerinden gelen, “Canım, Hamas da İsrail’e savaş açarken bize danışmadı ki…” yollu manevraları işitince, 15 yıllık İran kanaatimin bir kez daha doğrulanmasının hüznünü yaşadım.
Evet, İran beni hiç yanıltmadı. Persler tarih boyunca, köken olarak da akraba oldukları Batı kavimlerinden yana olmuştu.
Daha dün Azerbaycan-Ermenistan savaşında, kendisiyle aynı dine mensup olmasına ve mezhep bakımından da yakınlığına rağmen, Azerbaycan’a karşı Ermenistan safında yer bulmuştu kendisine.
Ve maalesef bizi bu defa da yanıltmadı. İran, Haçlı ve Siyonist Batının arkalamasıyla, İslam dünyasında oynadığı ‘fitne-fesat’ eksenli rolünü büyük bir zevkle oynuyordu. Batılı emperyalistlerle, bir nevi ‘al gülüm-ver gülüm siyaseti’ yürütüyordu. Batılılar İran’ı, sanki bütün İslam dünyasının ağabeyi ve hamisiymiş gibi karşılarına alıyor, İslam'a karşı bütün husumetlerinde, hasımlarının İran olduğu intibaını yaymaya çalışıyordu.
İran da, kendisini Batı karşısında ‘tavizsiz İslamcı’ kurgulamasına vuruyor, sürekli diş gösteriyor ve diş göstermenin devamı olan o ‘bildiğimiz sesi’ çıkarıyordu.
Sergilenen diş göstermelerin filan hepsi, Gazze’de 12 bine yakın masum sivilin İsrail adlı terör örgütü tarafından hunharca katledilmesi karşısında edilen bir çift lafla, patlamış balon gibi sönüp gitti.
Neymiş efendim? “Onlar da bize danışmadan İsrail’e savaş açmasaydı…”
Günaydın Molla, uyandıysan balığa gidelim…
Bundan 12 yıl önceydi. O zaman Basın Müşaviri olarak görev yaptığım Öz Orman-İş Sendikası, Arap Baharının birinci yıldönümü münasebetiyle Ankara’da uluslararası bir sempozyum düzenlemişti. Yurt dışından ve içeriden onlarca uzman, akademisyen ve gazetecinin katıldığı, ciddi bir uluslararası organizasyondu.
Sempozyumun konuşmacılarından olan, o zamanlar Star Gazetesi’nde yazan bir tuhaf zat vardı. Hani, babası da kendisi gibi ‘küresel müesses nizama pek iyi uyum sağlamış’ bir tipti. Her ne kadar soyadları ‘Ak’ bir ‘yol’u işaret etse de yerli ve millî ölçüye vurduğumuzda pek bir ‘Kara’ yolda oldukları sırıtıyordu.
Tam da ABD ile İran’ın, körfez sularını birden hararetlendiren, ‘geleneksel hırlaşmalarının tavan yaptığı’ günlerdi. Herkes, “ABD, İran’ı bu gece mi vurur, yoksa sabaha mı bırakır?” sorusuna cevap arıyordu.
2011’deki o sempozyumun birinci gün akşamı otel lobisinde bir grupla sohbet ederken, bu soyadının tersiyle müsemma zata, “ABD, İran’ı ne zaman vurur, nasıl vurur, ne kadar vurur, savaş çıkar mı?” yollu sorular soruldu.
‘Uluslararası ilişkiler uzmanı’ da olan bu bizim zat, büyük bir bilgiçlikle, ABD’nin İran’a neler yapabileceğini, nasıl vuracağını, ne zaman vurmasının muhtemel olduğunu filan uzun uzun anlattı.
Sözlerini bitirince, kendisine şöyle bir itirazda bulundum:
“Siz de kamuoyundaki genel kanıya uygun olarak, ABD ile İran’ın müthiş düşman ve amansız rakip oldukları temel tezi üzerinden yorum yaptınız. Ben aynı kanıda değilim. İran İslam Devrimi’nin üzerinden 32 yıl geçti. Tam 32 senedir, İsrail’in de dâhil olduğu bu troyka, birbirlerine karşı sürekli tehdit savuruyor, ağız dalaşı yapıyor. Ama hiçbir zaman ciddi bir çatışmaya girmediler. Oysa bu süre içinde ABD Afganistan ve Irak’ı talan etti. Güney Amerika ve Ortadoğu’da yemedik halt bırakmadı. Lakin ne hikmetse, İran’la karşılıklı hırlaşmanın dışında bir kavgaları olmadı. Batı ve İran, birbirlerini karşılıklı kullanarak, İslam dünyasını bölmeye ve ileride bir Sünnî-Şiî çatışmasına zemin hazırlamaya çalışıyorlar.”
Bizim bilgiç yazar, analizimizi beğenmedi ve sadece, “Bu, büyük bir komplo teorisidir…” deyip geçiştirdi.
Gerçekten üzgünüm; bizim ‘komplo teorisi’, İran’ın ABD ile anlaştığı ve kendisinin Irak’taki bloke edilmiş 10 milyar dolarının serbest bırakılacağı haberleri henüz medyaya yenile yansımışken, İranlı yetkililer ve Hizbullah’tan gelen, “Hamas da kaşınmasaydı…” minvalli açıklamalarla bir kez daha doğrulandı.
Bir kez daha haklı çıktığım için cidden üzgünüm.
Evet… İran, hep bildiğimiz İran… Fars ırkçılığını, Şiî Müslümanlık maskesiyle örtmüş, ırken de yakın olduğu Batı cephesiyle bir hizalanmış ve tarih boyunca, ufak tefek istisnalar dışında hep Müslümanlarla savaşmış bir ülke… Irak ve Suriye’de, mezhepçi taassupla yüzbinlerce Müslümanın kanını akıtırken, İsrail veya Batılı emperyalistlere karşı pek bir müşfik olan bir devlet…
Yani bildiğimiz, bin küsur senedir hiç değişmemiş bir ülke. Acaba diyorum, karşımızda, Perslerin Sasanî devletini ‘yıkanlardan’ yüzyıllardır intikam alan bir kin ve nefret ideolojisi mi var?