Önce dışarıya dönük vaziyeti kısaca tespit edelim:
Türkiye, çok büyük uluslararası siyasî, diplomatik ve askerî operasyonlar yapıyor. Bazı satır başlıklarını sıralarsak…
Somali denizlerinin korunması, 10 yıl boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri’ne emanet. Buzdağının görünen kısmı… Gerisinde, enerji ve doğal kaynakların birlikte geliştirilmesi ve işletilmesi de mevcut. Kısacası, çok önemli bir anlaşma sözkonusu…
Ermenistan, ‘Turan Gücü’ sayesinde hizaya getirildi; ‘Turan Yolu’ diye tanımlayabileceğimiz Zengezur Koridoru için adımlar atılıyor.
Emperyalistlerin, Halife Hafter isimli cibilliyetsiz ajan üzerinden çökmeye çalıştığı Libya’ya, 100 yıl aradan sonra Türk’ün gölgesi erişti; oyun bozuldu. Sonrasında Deniz Alanları Yetki Anlaşması’yla, Mavi Vatan’daki haklarımıza sahip çıktık.
Bugün Libya’yı gündem olarak bile konuşmuyoruz.
KKTC’yi, öncelikle Türk Dünyası ve İslam Âlemi nezdinde ‘tanınmış devlet’ haline getirecek ve ülke adındaki ‘Kuzey’ ibaresini çıkarıp, ‘Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ olarak tescil edecek yolun taşları itina ile döşeniyor.
Türkiye, Doğu ile Batı arasında, ticaret ve enerji akışının ana üssü haline geliyor. Birkaç yüzyıl önceki coğrafî keşifler yüzünden kaybettiğimiz ‘ticaret köprüsü’ statüsünü yeniden kazanmak üzereyiz.
Irak ile Basra Körfezi’nden Ovaköy sınır kapımıza uzanacak Kalkınma Yolu Projesi üzerinde harıl harıl çalışıyoruz. Batı cephesinin tüm engelleme gayretlerine rağmen…
Başkan Erdoğan’ın seçim sonrası için planlanan Irak ziyareti öncesi, bu ülke ile birçok anlaşmanın hazırlıkları sürüyor.
En önemlisi, Irak ve Suriye’deki Teröristan girişimini sonlandıracak ve 40 küsur yıllık bölücü terörü gömecek, çok büyük bir operasyona hazırlanıyoruz.
Bu konuda Irak merkezî hükümeti ve Barzani yönetimi de bizimle birlikte çalışmaya ikna oldu. ABD ve İran’ın ‘ortak kuklası’ Talabani tayfası ise, bundan sonrasında ‘meşru hedef’ olacaktır.
Aynı konuda, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın yakın zamanda yaptığı ziyaretle, ABD’ye de gereken ayar verildi.
Şükürsüzlerin mazoşist kibri
Dışarıda; Türk Devleti’ni Bölgesel Güç olmaktan Küresel Güç olmaya yükseltecek tarihî süreçler işlerken, içeride ise, mızırtısını bir türlü dindiremediğimiz, ‘müreffeh fakat mutsuz kitlenin’ kahrını çekiyoruz.
Tuhaf ve sosyoloji bilimi verileriyle izah edilemeyen bir denklemle muhatabız. Bir kitle ki, varlık ve refahı büyüdükçe, şikâyet ve memnuniyetsizliği de aynı hızda artıyor.
Emekli, küçük esnaf başta olmak üzere, dar gelirli ve yoksullardan ziyade, varlıklıların şikâyetini duyuyoruz.
Mevzuyu psikolog ve sosyal psikologların araştırması lazım. Acaba bu tuhaf kitle mensuplarının huzursuzluğu, sahip oldukları lüks ve refaha, orta gelirlilerin de erişmesinden duydukları rahatsızlıktan sebep midir?
Hani ne diyordu, bu kitlenin bir ‘prototipi’?
“Benim oyumla dağdaki çobanın oyu nasıl aynı değerde olur?”
Oysa bu lafı, temsil ettiği sosyoloji adına bir kin olarak kusan o civcivin tek meziyeti, Yaratıcı’nın kendisine lütfettiği ‘beden letafetini’, O’nun emrine aykırı kullanarak, maddî menfaat ve şöhrete dönüştürmekti.
Tuhaf bir ruh hali… Oysa azıcık vicdan olsa; “Yahu biz emek vermeden büyük paralar kazanıyor, inanılmaz bir refah içinde yaşıyoruz. Hayatı boyunca emek ve akıl teri döküp, karşılığında da ancak günlük maişetini kazanabilen bu insanlara, en azından bir teşekkür borcumuz olmalı…” diye düşünürlerdi.
O vicdan yok. Tersine; büyük bir kıskançlık, haset, bencillik, toplumsal statü takıntısı var.
Allah’ın verdiği nimetlerin, kendileri dışında kimseye erişmesini istemiyorlar.
Bu nasıl bir kıskançlıktır? Eldeki bol nimetin verdiği azdırılmış özgüvenle, ‘nimetin asıl sahibini unutmuş olma konforunun yitirilmesi’ endişesi mi?
Bir bakıma, ‘şükürsüzlerin mazoşist kibri’ ile yüzleşiyoruz. Hem kendilerine, hem de hepimize eziyet etmekten zevk alıyorlar.
Biraz dolambaçlı ve karışık bir tanımlama oldu; öylece de kalsın.
Nasıl bir ‘Sol’ bizimkisi?
Tüm dünyada ‘Sol’ dediğimiz siyasî akım, küresel kapitalizmin dizginlenmesi ve toplumdaki alt kesimlerin hak ve hukukunun savunulmasını temel hareket noktası alırken…
Dahası, Sol dediğimiz siyasî çizgi, Batılı emperyalist ülkelere karşı bir duruş sergilerken…
Türkiye’deki ‘sol’, niye tam ters istikamette yürümeye çalışıyor?
Neden, fertlerin ve sosyal kesimlerin refah düzeyi yükseldikçe, siyasî tercih ibreleri CHP ve benzeri partilerden yana döner?
Alın yerel yönetim seçimlerini…
Yerel yönetim hizmetlerini 20-25 senedir unutan seçkin muhitler, önlerine aday diye tuvalet terliği bile konsa, CHP’den vazgeçemiyor.
Eskiden, gelişmişlik ve kentleşme bakımından ‘Paris’ diye anılan kentler ve muhitler, yaklaşık çeyrek asırlık CHP’li yönetim elinde, adeta birer büyük varoşa dönüştü.
Osmanlı dönemi dâhil, Türkiye’nin ‘batıya açılan kapısı’ ve dış ticaret merkezi statüsünü taşıyan İzmir, bugün düzineyi aşan Anadolu kentlerinin fersah fersah gerisine düştü.
Çnkaya, Kadıköy, Bakırköy, Şişli, Beşiktaş gibi ilçeler, artık ‘Türkiye’nin Paris’i’ olarak anılmıyor.
Buna karşılık, 30 yıl önce, varoş ve gecekondu semtleri ayarındaki; mesela Keçiören, Mamak, Altındağ gibi ilçeler, bugün ‘Şehir’ kavramının nasıl bir şey olduğunu temsil eder hale geldi. Hal böyleyken, karşımızdaki sosyoloji, kendi ‘Paris’lerinin, eskinin varoşlarından dahi geriye düştüğünü umursamıyor.
Ki, tüm bunlara rağmen, her seçimde CHP’nin oyu artıyor ve yüzde 80’lere dayanıyor.
Yani mesele, ‘tuvalet terliği’ metaforunda ete kemiğe bürünüyor.
Demokrasi, her şeye rağmen güzel… ‘Karnı tok gözü açlar’ sorunumuza rağmen…