Yine birini getiriyorlar susun. Tamam, sustuk dediler.
Bu ara yoğun bakımın kapıları açıldı. Genç birini getiriyorlardı. Henüz daha kırklı yaşlarda idi. Yaşam destek ünitelerine bağlayıp uzaktan kameralarla hastayı takip sistemine bağlamışlardı.
Bir yarım saat kadar vakit geçtikten sonra içerdeki işlerini bitirince doktor ve hemşireler dışarı çıkarken, doktor bey son uyarılarını yaptıktan sonra dışarı çıktılar.
Yoğun bakım ünitesinde yatan insanların hepsi de gençti. Yarına çıkacaklar mı? Kim bilir? Ne kadar dayanabileceklerdi bu zorlu mücadeleye, kaçı yaşayacak, kaçı veda edecekti dünyaya kim bilir?
Az önce konuşanlar kimlerdi. Sizi merakta bırakmadan hikâyemize devam edelim mi? Ne dersiniz? Yoğun bakımda yatan hastaların iç seslerine kulak verelim biraz.
“Hadi gittiler” dedi; Rüstem bey. Kamil bey ise “pekte gençmiş be ya!” Kerem Bey, en yaşlınız benim daha altmış demedim. Sami Bey, “hastalığı neymiş. Ben duymadım doktor konuşuyordu ama benim kulaklar az duyuyor da.” Rüstem Bey “Yüksek sesle müzik dinleye, dinleye olacağı buydu” Kerem Bey “Ne olacak teknolojiye yenik düştük. Bu arada ben duydum. Kalp krizi geçirmiş.” Rüstem Bey; “organlarıma danıştım. Onlar diyor ki, benim marketten aldığım hazır gıdaların içindeki koruyucu maddelerden, antibiyotiklerle şişirilmiş tavuklardan, etlerden, yediğim balıkların içindeki ağır metallerin ve de plastiklerin vücuduma yaptığı hasarlardan meydana gelmiş.”
Demir Bey, “Bende adım demir olunca daha bir güçlü hissederdim kendimi. Kolaya, cipslere, hazır pizzaya, hamburgere pek düşkündüm var ya! Şimdi bile acayip bir şekilde canım çekti of of.”
Bu ara bir kadının sesi duyuldu. Bu Ayşe teyzenin sesiydi. Ayşe teyze 93 yaşındaydı. Perdenin öteki tarafında olduğu için onu kimse görmüyordu tabi ki.
Besim Bey, “O da kim ya!” “Ben perdenin öteki tarafında yatıyorum gençler, bana Ayşe teyze diyebilirsiniz. Köyde yaşıyorum ben. Her şeyim doğal tavuklarımı kendim yetiştirirdim. Bir tavuk en az altı ayda büyür. Kırk günde değil. Koyunlarım dağlarda otlar, hepsi de sağlıklıdır. Sebzelerime ilaç atmam. En acı biberle, arapsabunuyla, tarçınla yaparım ilaçlarımı. Böcekleri öldürmez onları bitkilerimden uzak tutarım. Kimyasal ilaçları kullanarak kuşların ve yavrularını da öldürmem. Suyumu köy çeşmesinden alırım. Dağdan gelir suyum. Mizacım serttir, ama vicdanlıyım her zaman. Vicdanım, önce vatanımın toprağına, havasına, suyuna, yetiştirdiğim hayvanıma, çiçeğime, böceğime, kurda kuşa dolayısıyla kendime, sağlığıma. Ben çevreme saygı duyarım, çevremde bana. Doğaya zararlı madde atmam. Çünkü zararlı hiçbir şeyi kullanmam hayatımda. Birde boş durmam, hep hareket ederim. Gençliğimden beri namazımı kıldım, orucumu tuttum, kalbimde her zaman huzurluydu, zaten. Şehrin cazibesine de kapılmadım, asla…”
Dünya kurulduğundan beri dönüyor. Günler bir, bir geçiyor. Geceler gündüzleri, gündüzler geceleri kovalıyor. Mevsimlerin kimisi soğuk yüzünü, kimileri sıcağını, bazıları da bahar havasını estiriyor. İster baharın ilki olsun, ister sonu. Hep bir düzeni var, dünyanın değil mi?
Evet, gerçekten öyleydi. Devran değişti. İnsanoğlunun para kazanma hırsı emperyalist çarkların insanlar üzerinde toplumsal ruhu imece ruhundan koparıp. Gemisini kurtaran kaptandır. Felsefesine mahkûm etmiştir. Havanın, suyun kalitesini bozduk. Hırçın yağmurlar yağıyor, Fırtınalar feryat figan, seller akıyor, sanki bağıra bağıra ağlıyor; dünya. Mevsimler değişiyor, dünya başkalaşıyor.
Peynir satan içine nişastayı basar, tavuğu yetiştiren kırk günde antibiyotiklerle şişirir. Süt ve süt ürünlerini, buğdayından, bakliyatına, meyvesinden, sebzesine doğal değil. Uzun süre dayansın diye konulan maddeler. Yedikçe daha da çok yediren Çin tuzu gibi maddeler var. Amaç daha çok satmak, daha çok para kazanmak, insanların sağlığını kimse düşünmüyor.
Doğaya attığımız atık piller, naylonlar, poşetler, plastikler, kimyasal, nükleer atıklar. Patlayan bombalar, daha neler, neler dünyamızı yok ediyor.
Ne ayılar yok ediyor dünyamızı ne sırtlanlar. Yok, yok çakallar da yok etmiyor dünyamızı. Biz insanoğlu her yıl 150 milyon ton plastik atık bırakıyoruz dünyaya. Bizden önce dünyaya gelenler bizlerin, bizlerde çocuklarımızın, torunlarımızın katilleri olmamız içten bile değil.
O halde ya dünyamıza sahip çıkıp dünyamızı kurtaracağız. Ya da geleceğimizin katilleri olacağız. Katil olmak istemiyorsanız dünyamıza sahip çıkalım.
Şimdi köyde oturan bile yumurtasını şehirden götürüyorsa vay halimize...
Bu günün savaşları petrol için, altın için kıymetli madenler için ama yarının savaşları su için olacak. Bunun en önemli kanıtı ise Amerika’nın buzullarla kaplı Grönland adasını Danimarka’dan satın almak istemesidir. Çünkü dünya çölleşirken Grönland’ın buzları eriyip harika bir yaşam alanı olacak. Su derdi de olmayacak.