Bir 20 Temmuz Kıbrıs Barış Harekâtı yıl dönümünü daha geride bıraktık. Bu yıl 50. seneyi devriyesi olduğundan, kutlamalar daha kapsamlı, katılım da daha yüksek düzeyliydi. Haliyle, bilhassa Başkan Recep Tayyip Erdoğan tarafından tüm dünyaya verilen mesajlar da net ve ayrıntılıydı.
Bu vesileyle, geriye doğru bir göz atarak, Kıbrıs politikamızın serencamını gözden geçirmenin yararlı olacağını düşündüm.
Alışılageldik, bir garip diplomasi tarzıydı, merhum Rauf Denktaş üzerinden 40 yıla yakın yürüttüğümüz… İşin kötüsü, Rumlar bizim düşünüş ve hareket tarzımızı gayet güzel öğrenmişti. Biz de ezberimizi asla bozmazdık.
Şöyle yürürdü, merhum mücadele kahramanımız Rauf Denktaş üzerinden yürüttüğümüz Kıbrıs müzakereleri:
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri veya görevlendirdiği özel temsilci nezaretinde masa kurulur. Denktaş başkanlığındaki Türk heyeti, müzakereler başladığında, geçmişte yaşanan acı olayları anlatır… Sonra işin hukukî temellerini bir kez daha hatırlatır… Ardından da ‘tek devlet altında nasıl ikili bir federatif yapı olması gerektiğine dair tezlerini’ dile getirirdi.
E tabi, eğer tek devlet çatısı altında konfederasyon modeline göre iki ayrı federasyon olacaksa, temsilde de eşitlik olması lazım. Bir de Türkiye’nin garantörlüğü, adada Türk askerinin daimi statüsü gibi vazgeçilmez unsurlar vardır.
DENKTAŞ’I ÇİLEDEN ÇIKARMA HAMLELERİ
İşte tam bu noktada Rum heyeti, arkasındaki ‘Batı desteğinin’ de verdiği özgüvenle, meseleye ortasından dalar: “İşgalci Türk askeri derhal adadan çekilmeli… Konfederatif yapıda, temsil konusu iki tarafın nüfuslarına göre belirlenmeli… Başta Maraş olmak üzere, işgal altındaki yerler Rumlara iade edilmeli… Türklerin sahip olduğu toprak miktarı yüzde 30’un epeyce altına indirilmeli… Başta Cumhurbaşkanlığı olmak üzere, önemli görevler Rumlarda kalmalı…”
Bunlara benzer bir yığın sinir bozucu tezler atılırdı ortaya, Rum heyetince. Zaten adamların masaya oturma niyeti anlaşmak değil; Türklerin nasıl ‘müzakere edilemez’ bir topluluk olduğunu, ‘barış masasından nasıl kaçtıklarını’ filan uluslararası kamuoyuna ilan etmektir.
Tam da onların istediği gibi yürürdü Kıbrıs müzakereleri. Her defasında ezberlendiği üzere, damarına basılan Denktaş, bir anda sesini yükseltir, önüne serilen haksız, hukuksuz ve adaletsiz teklifleri elinin tersiyle iterdi. Sonra da Yeşil Hat üzerindeki müzakere mekânının kapısına çıkar, “Rumlar yine oyun peşindeler…” diye başlayan uzun bir nutuk irat ederdi.
Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler de, her ne kadar maddî ve manevî külfetini Türkiye ödüyor olsa da, müzakerelerin dümenini Denktaş’a teslim etmiş olur, geriden dillendirilen ezberlenmiş diplomatik laflarla işi idare ederlerdi.
EZBERLER BOZULUYOR
Yani, biz Kıbrıs diplomasisini ‘satranç’ mantığıyla değil; ‘tavla’ mantığıyla yürütürdük. Elbette tavla da bir hesap kitapla, akıl yürütmeyle ve sonraki hamleleri düşünerek oynanır. Lakin satrançtan en önemli farkı, işin içinde bir ‘zar atma’ unsurunun olmasıdır.
Her ne kadar akılla ve hesap-kitap yaparak oynansa da gidişatı çoğunlukla ‘zarın gelişi’ belirlerdi.
Siz buna, Rumlarla oturulan müzakerelerde, ‘zarların her zaman hileli olduğu’ gerçeğini de ekleyin.
Sonuç: Oturduğumuz her müzakere masasından, sinirlerimiz bozulmuş, ayarlarımız kaçmış, kendimizi anlatamamış ve nihayet ‘masadan kaçmış’ bir görüntüyle kalkardık.
Bu durum, 2004 yılında, BM Genel Sekreteri Kofi Annan nezaretinde yürütülen ve nihayetinde her iki halkın oyuna sunulan müzakerelere kadar böyle devam etti.
Müzakerelerin başında Rumlar çok rahattı. Nasılsa işin bir yerinde Denktaş’ın damarına basar ve masayı devirmesini sağlarlardı.
New York’ta başlayan ilk turdan itibaren Rumların Denktaş üzerine kurduğu oyun başladı. Denktaş, daha önceki müzakerelerdekine benzer tepkiler vermeye kalkıştı. Fakat bu defa, Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs müzakerelerine dair yol haritasını kökten değiştirmişti.
1974’ten 2004’e kadar yapılan 30 senelik müzakereler şunu göstermişti: Rumlar, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ üzerindeki egemenliklerini, hiçbir surette Türklerle paylaşmazdı. Gerekirse Türkler ayrı bir devlet olabilir; fakat Rumlarla eşit temsil ve eşit yetkiye, yani ortak yönetilecek bir Kıbrıs’a tahammülleri yoktu.
İşte Türk Devleti, nihayet bu gerçeği fark etmişti. BM Genel Sekreteri’nin ortaya koyduğu plana sonuna kadar destek oldu, Annan’ın getirdiği önerilerin neredeyse tamamını kabul etti.
Türk tarafındaki bu köklü değişim, Rumların ezberini bozdu. Denktaş masadan kalkmaya niyetlendikçe, Türkiye ağırlığını koydu, masayı dağıttırmadı. Müzakerelerin devamında Denktaş biraz geri plana çekildi.
RUMLARIN KAÇACAK YERİ KALMADI
Nihayet son tur müzakerelerde, Türk tarafının kıvrak ve ‘kartları iyi okuyan’ hamleleri karşısında açığa düşen Rum tarafı, müzakereleri sonlandıracak yan yollar aramaya başladı. Rumların o dönemki Cumhurbaşkanı olan Tassos Papadopoulos, müzakereler için belirlenen takvimin son akşamında, “Hadi, hep beraber ‘Anlaşamadık’ deyip masadan kalkalım…” diye kıvırmaya kalkıştı.
Türk heyeti ise, deyim yerindeyse; “Yemezler Tassos Efendi… Bu işi BM Genel Sekreterinin çizdiği çerçevede her iki taraf da referanduma götürecek…” deyiverdi.
Abdesti daralan Papadopoulos, altına imza attığı Annan Planı’nın, kendi halkı tarafından referandumda reddedilmesi için kampanya yürüttü. Ve ortaya, yıllardır tepe tepe kullandıkları hakikati ifade eden bir laf attı: “Ben bir devlet devraldım; bir cemaat teslim edemem…”
Evet, meselenin bamteli burasıydı. Rumlar, haksızca elde ettikleri yönetme yetkisini hiçbir durumda Türklerle paylaşmazdı.
Nitekim Türk tarafı Annan Planı’na yüzde 65 oranında ‘Evet’ derken, Rumlar yüzde 85 oranında ‘Hayır’ dediler. Böylece Rumların 30 yıllık müzakere tiyatrosu bozulmuş oldu.
İşte bu oyunu ancak 30 küsur seneden sonra idrak eden Türk diplomasisi, Denktaş eliyle zar atarak oynadığı tavlayı bir kenara koyup, Türk Devleti’nin binlerce yıllık birikiminin verdiği basiretle, müzakereleri satranç oynar gibi yürüttü.
BUNDAN SONRASI ‘KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ’
Denilebilir ki, öyle oldu da ne oldu? Rumlar, sanki Kıbrıs’ın bütününe sahipmiş gibi Avrupa Birliği’ne tam üye yapıldı.
Doğru… Fakat başka bir doğru daha var: AB ve başındaki dinozorların, Kıbrıs’taki Türk varlığı hakkında kurdukları her olumsuz cümlede, ağızlarına ot gibi tıkanacak müthiş bir ‘Annan Planı kozumuz’ var.
Dikkat ediniz; geçmişte her ağzını açan AB şımarıkları, bizim Kıbrıs’ta işgalci olduğumuzdan başlayıp, bir yığın densiz laf edebiliyordu.
Son 20 yıldır, pozisyon üstünlüğü elimizde olup; AB’nin kibir abidelerine sürekli hatırlatıyoruz: Siz, Kıbrıs Rumlarını, AB’nin temel ilkelerine aykırı şekilde, ‘sınırları belli olmamasına rağmen’, sanki adanın tümünü temsil edermişçesine, Avrupa Birliği’ne tam üye yaptınız. Bu ayıp da size yeter….
İşte böyle… Tavla yerine satranç mantığıyla kurgulayınca, biz de ‘cephede kazanıp masada kaybetme’ korkusunu yenebiliyormuşuz.
Bundan sonraki adım, inşallah, ‘Kuzey’ ibaresini de atarak, ‘Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ adıyla, Türk Devletleri Teşkilatı’nın onurlu bir üyesi olarak yolumuza devam edip; bizi tekrar masaya çağıranlara da, “Müzakere edilecek bir şey yok. Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile diplomatik ilişki kurmak istiyorsanız, buyurun biz varız…” cevabını vermek olmalı.