Liyakat ve ehliyet

Abdullatif Acar

Liyakat ve ehliyet bir göreve tevdi edilmede en önemli kıstas olarak kabul edilmeli. Çünkü bir görevin hakkıyla yerine getirilebilmesi bunlarla mümkündür. Peygamberimiz “Hepiniz çobansınız maişetinizden sorumlusunuz" buyuruyor. Bu emir bir şekilde herkesi bağlar. Yani herkesin bir şekilde sorumlu olduğu alanlar söz konusudur. Bir baba aile efradından, bir müdür sorumlu olduğu alandan, bir işveren işçilerinden sorumludur. Sorumluluk arttıkça liyakatin ve ehliyetin önemde artmaktadır. Bir müdürle genel müdürün sorumluluğu bir olamayacağı gibi, bir genel müdürle valinin, bir valiyle bakanın bir bakanla başbakanın ve cumhurbaşkanında sorumluluğu bir değildir. Öyleyse ihmali neticesinde tahribatı ağır olan makamlara getireceğimiz insanların ehliyet, liyakat, emniyet ve adalet sahibi olmalarına dikkat etmeliyiz. Bu durumda olanlar; günümüzde, mevcut seçilecek durumda olanları oyuyla tercih etmek için yetki verilmiş seçmenler ve atama konumunda olan kesimlerdir özellikle. 
Allah Teâlâ buyuruyor ki:
“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir" (Nisa, 58)
Özellikle bu hususta yüce Allah bizi şiddetli bir şekilde uyarıyor. Çünkü tarihte toplumlar adalet ve emniyete verdikleri önem kadar ilerleyerek mutlu ve refah bir hayat sürmüşlerken bu ikisini önemsemeyen toplumlar ise kargaşaların savaşların hıyanet ve haksızlıkların kurbanı olmuşlardır.

Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki

“İş ehil olmayan kişilere verilince kıyameti bekle. Kıyamet, çok yakındır” (Buhari)
   Çünkü emin ve ehliyet sahibi insanlar yüklendiği görevi ihya ve inşa ederler ve değer üstüne değer katarlar.  Ehliyetsiz insanlar, elindeki makam mevkiin vermiş olduğu yetkileri olumsuz kullanarak çıkarlarına alet ederler; mevcut durumu dahi muhafaza edemez ve bozarlar; kendi adamlarını kayırır,  başkalarına ait olan şeyler üzerinden menfaat elde etmeye çalışırlar. Buda toplumun dengesini bozar, hassasiyetlerin sinir uçlarını zedeler; kinin, nefretin ve öfkenin fitilini tutuşturur. Mülkün temeli sarsılınca nereye varacağı belli olmayan, nereye toslayacağı kestirilemeyen bir gidişata sebebiyet verilmiş olunur.

Her liyakat sahibi dindar; dinine bağlı olmayabilir. Bu ilgili işin mahiyetine göre önem arz eder. Ancak öyle meseleler olur ki mutlaka kaynağını vahiyden ve Allah’ın kanunlarından alması gerekir. Aksi takdirde herkesin farklı bir adalet anlayışı, fayda ve zarar öngörüsü olacağından eşitlik adı altında zulmedilmesi, adil olmak derken adaletsizlik, hakkaniyet derken hak gaspı söz konusu olabilir.  Her şeyi bir denge üzerinde idare eden, mükemmel bir şekilde yaratan Allah, toplumun nizam ve intizamını belirli kurallara bağlamış, değerler ölçüsü ve tartısını kendisi koymuş, dengenin ancak bu şekilde sağlanacağını bildirmiştir.

Hakkın gerçek sahibi Allah’tır kime ne vermişse onu o insana tevdi etmek hak ve adalettir. Kime neyi uygun bulmamışsa o şeyi ona vermekte zulümdür.  Adalet,  her şeyi yerli yerine koymak, hak sahibine hakkını vermektir, hak ettiğine hak ettiği şeyi layık görmektir. Kimseye imtiyaz tanımadan gerekeni yapmaktır. 
Peygamberimiz münafıklığın alametleri arasında "Emanete hıyaneti de sayarak" müminleri uyarmıştır. 
Makam mevki, para pul dünyevi ihtiraslar nefsin en büyük istekleri arasındadır. Dolayısıyla nefsi zayıf; irade zafiyeti yaşayan, inançla bağlarını güçlü tesis edememiş insanlar bir ömür nice makamlara ulaşmak için bütün fedakârlıkları yaparlar. İşin ehliyet ve liyakat yönünü dikkate almadan, sorumluluğun ağırlığını düşünmeden hedeflerine ulaşmak için meşru ve gayri meşru, helal ve haram ayrımı da yapma gereği de duymazlar.

Göreve talip olanların gizli ajandaları olmamaları gerekir. Samimi ve ihlâs ile milletine hizmet etme isteklerine sahip olmaları gerekir. Yalan ve dolanla iş yapan, kendilerini güç ve iktidar sahiplerine yarandırmak ve iyi göstermek için farklı siyasi mülahazalara girenler,  liyakat ehli olmadıkları halde sanki o işi yıllarca yapıyormuş gibi, sıkıntılarının çözümünü bildiğini iddia ederek makam ve mevkileri sıçrama tahtası, bir şeyleri elde etme aracı olarak görenler bugünün en problemli kesimleridir.  Hâlbuki bizim kültürümüzde görev istenmez verilir.  Dün layık olan çok, isteyen azdı bugün layık olan az, isteyen çok.

Fakat şunu da geçmemek gerek ehil olan insanların görevi üstlenmede geri durmaları da bir yönüyle ehliyetsiz insanlara fırsat vermek anlamına gelir ki buda sorumluluktur. Burada en önemli görev ilgili mercilere aittir. Karar verme durumundaki insanların sorumluluğu bu bağlamda belirleyici unsur olmalıdır.

Yöneten ve yönetilen işveren ve iş gören, devlet başkanı ve devlet memuru, fakir ve zengin, güç ve iktidar sahibi, baba ve evlat, hısım ve hasım, komşu ve arkadaş herkesimin, hayatında kendini bulacağı Kâinatın Efendisi Hz. Muhammet (s.a.v.) her hususta olduğu gibi bu konuda da en büyük ve eşsiz bir örnektir.

Peygamber efendimiz Mekke’den Medine ye hicret eteğinde önemli bazı görevleri yürüten ailelerle ilgi yeni kararlar almış. Her yetki elinde olmasına rağmen amcası Hz Abbas Kâbe’nin anahtarını muhafaza etmeye istekli olmasına rağmen daha önceden bu işi yapan Osman b. Talha’dan aldığı anahtarı tekrar ona iade etmiştir.  Bunun gibi daha birçok olaylarda Peygamberimizin tutumu bugünün insanlarına yol göstermektedir. Mesela bir gün Mahsuni kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmıştı. Peygamberimizin çok sevdiği Usame b. Zeyd’i gönderdiler  “Bu kadın itibarlı biridir, ona şeriat kanunları uygulanmasa yani muaf tutulsa ona ayrıcalık tanınsa” diye. Peygamberimize durum arz edilince şiddetli bir şekilde bu imtiyaz talebine karşılık verdi ve şöyle buyurdu:  Sizden öncekilerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden asil, ileri gelen birisi hırsızlık yapınca, onu serbest bırakıyor, zayıf ve fakir bir kimse hırsızlık yapınca, onu cezalandırıyorlardı. Allah'a yemin ederim ki Muhammed'in kızı Fatma hırsızlık yapsaydı, onun da cezasını verirdim.”

  Selam ve dua ile…