Lozan antlaşmasına nasıl ve nereden bakmalıyız?

Ahmet Sandal

Bugün (24.07.2023) Lozan Antlaşmasının yıl dönümü. Öyle bir Antlaşma ki, aradan 100 yıl geçmiş ve hâlâ tartışılıyor, hâlâ gündemdeki sıcaklığını koruyor. Ben Lozan Antlaşması hakkında çok kitap, yazı ve makale okudum.

Tabi bunlar içerisinde en çok da Lord Curzon’un anıları önemli yer tutar. Lord Curzon’un anıları yanında o dönemde yani 1922-1923-1924 yıllarında İngiliz Lordlar ve Avam Kamarasında yapılan görüşmelerde, şu husus çok net anlaşılıyor ki, İngiltere Lozan’a şu 4 açıdan bakmıştır.

1-Osmanlı topraklarındaki gayrimüslimlerin hakları (Başta Ermeni ve Rumlar olmak üzere gayrimüslimlerin himaye edilmesi)

2-Irak petrolleri (Musul ve Kerkük’ün elimizden alınması)

3-Osmanlı yerine kurulacak yeni Devletin kendilerine zarar vermeyecek bir halde tutulması (Anadolu’da suya-sabuna dokunmayan bir Devlet)

4-Hilafet meselesi (Hilafetin kaldırılması için İngilizlerin baskı yaptığı bilinmektedir)

Ve bu 4 konuda da başarılı olmuştur İngiltere.

İngiltere o kadar ileri gitmiştir ki, “Ayasofya’nın camii olmaktan kiliseye çevrilmesi, İstanbul’un başkent olmaktan çıkarılması”, adamların ana gündemi olmuştur.

Normalde bu iki konu bir Ülkenin kendi iç meselesidir. Bu iki konu adamların derdi olmuştur.

Hatta şu husus da adamların ana gündemine yer almıştır. “Türklerin Anadolu’dan atılması ve geldikleri yer olan Orta Asya’ya gönderilmesi” İngiltere’de o yıllarda siyasi mahfillerde en çok konuşulan konu olarak yer almıştır.

Bu noktalar itibariyle baktığımızda Lozan demek İngiliz planı demektir. Bunu başta belirleyelim. Lozan demek Lord Curzon demektir. Bunu da bir önemli nokta olarak belirleyelim.

Lord Curzon kimdir? Ansiklopedilerde Lord Curzon kısaca şöyle tanımlanır: George Nathaniel Curzon, 1. Kedleston'lı Curzon Markizi, bilinen adıyla Lord Curzon (d. 11 Ocak 1859 - ö. 20 Mart 1925), İngiliz devlet adamı, Hindistan Genel Valisi (1898–1905), görev süresi boyunca İngiliz politikasında önemli bir rol oynayan Dışişleri Bakanı (1919–24). Diğer isimleri (1898–1911) Baron Curzon of Kedleston veya (1911–21) Earl Curzon of Kedleston. 1859 yılında Kedleston-Derbyshire'de doğdu. Eton Koleji'ni bitirdi. Oxford'da eğitim gördü. 1885 yılında Muhafazakâr Parti'den milletvekili seçildi. 1886'da Parlamentodaki ilk konuşması, 'parlak ve belağatlı ama aynı zamanda küstah ve oldukça kendinden emin' bir izlenim verdi. Hayatını İngiliz İmparatorluğu adına Doğu sorununun çözümüne adadı. Bu adanmışlıkla da Osmanlı ve Türk Düşmanlığında en uç noktalara kadar gitti.

Lord Curzon’un canı cehenneme. Zaten cehennemde.

İşte o küstah, Türk ve Osmanlı Düşmanı Lord Curzon, Lozan Antlaşması görüşmelerinde İngiliz Heyetinin başkanı idi.

Lozan nedir? Bir de Lozan Antlaşmasını tanımlayalım. Onu da ansiklopedilerden açıklayalım.

Lozan Antlaşması (Dönemin Türkçesi ile Lozan Sulh Muâhedenâmesi), 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre'nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Britanya İmparatorluğu, Fransız Cumhuriyeti, İtalya Krallığı, Japon İmparatorluğu, Yunanistan Krallığı, Romanya Krallığı ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı (Yugoslavya) temsilcileri tarafından, Leman Gölü kıyısındaki Beau-Rivage Palacea imzalanmış bir barış antlaşmasıdır.

Evet, bu antlaşmanın başında bizden İsmet İnönü ve onlardan da Lord Curzon bulunuyordu.

(Bizden diye belirttiğim İsmet, ne kadar bizdendi, onu da bilmiyoruz ya!) Neyse İsmet’i bırakalım Lord Curzon’a dönelim.

Şu görüşler Lorz Curzon’a aittir ve daha 1917’de beyan edilmiş bir görüştür. Adam 1. Dünya Savaşı bittiğinde ve maalesef yenik sayıldığımızda bizim hakkımızda şunları düşünüyor.

“Eğer savaşı kısaltmak ve ayrı bir barış için Türkiye'ye teklifte bulunsaydık böyle bir teklifin doğası ne olurdu? Görünüşe göre Türk'ü İstanbul'da bırakacağız, fakat onun Boğazlar üzerindeki hakimiyetini elinden alacağız. Kapitülasyonların kaldırılmasını kabul edecek ve onu Almanya'ya karşı mali yükümlülüklerinin önemli bir kısmından kurtaracağız. Fransız ve İtalyan Müttefiklerimize rağmen Anadolu'daki orijinal Osmanlı topraklarının Türk mülkiyetinde olmasını sağlayacak; ancak kaybının gerçekliğini gizleyebilecek ve milli gururunu mizah edebilecek türden vitrin düzenlemeleriyle Suriye, Filistin, Arabistan ve Irak'ı Türkiye'den ayıracağız. Akabe'den Şam'a, Mekke'den Basra Körfezi'ne kadar tüm bölgelerde Türk bayrağının herhangi bir biçimde yeniden ortaya çıkmasının, gerçekten de, sonuçları vahim olacaktır. Bu bölgelerin herhangi bir şekil veya biçimde Türk otoritesinden kalıcı olarak dışlanmasını içermeyen hiçbir şartı kabul edemeyiz. Şimdi, böyle bir temelde müzakere edeceğimizi farz etsek bile, Türk hükûmeti bu şartları kabul etmeye hazır mı? Bu soruya iki sebepten dolayı olumsuz cevap vermek zorundayım:
(1) Şartlar yeterince iyi değil, çünkü Almanya'nın daha iyisini vaat ettiğinden çok az şüphem var. Filistin'in tamamını, Bağdat'ı, Mısır'ı ve büyük ihtimalle Trablus'u da.
(2) Türkler, iyi ya da kötü, fiziksel olarak bu şartları düşünecek konumda değiller.
İngiltere Hükümeti’nin, şimdiki Sadrazam ve Enver hakim olduğu sürece, Türkiye ile ayrı bir barış yapma ihtimali söz konusu değil. Savaşta Almanları mat etmenin tek yolu, İngiltere ile ayrı bir barıştan yana olan Türklerin, başarılı bir darbeyle, Çanakkale Boğazı'nı İtilaf donanmalarına açmayı başarabilmeleri ile olabilir. Barış teklifi bizden değil, Türk'ün kendisinden gelmeli.” (Lord Curzon, 1917)

Lord Curzon, 27 Kasım 1919'da Kazım Karabekir'e şöyle bir beyanda bulunmuştur: “Şimdiye kadar Türkiye ile sulh yapmadık. Hakiki İngiliz dostu olacak simalarla anlaşmak istiyoruz. Endişemiz Türkiye'nin yine bir gün İngiliz düşmanları tarafına geçivermesidir. Padişah hükümeti bunu yapabilir. Artık krallık ve imparatorluk modası geçmiştir. Cumhuriyete biz de taraftarız. Padişah, hükümete ve siyasete karışmayıp halife olarak istediği yerde oturabilir. Diğer taraftan Anadolu'nun idaresi İstanbul'dan zordur. Halbuki Anadolu'da olacak bir hükümet serbesttir.”

Açık bir emperyalist olan Curzon, hem Hilafet’in ve hem de Türkiye'nin başkenti olan İstanbul'u Türk’ün esas siyasi merkezi olmaktan ebedi olarak ayırmaya ve onun yerine başkenti Anadolu'ya taşımakta kararlıydı. Lozan’da işte bu sağlandı.

Evet, ben Lozan konusuna bu noktalardan bakıyorum. İşte gerçekler bu kadar açık ve net bir şekilde düşmanlarımız tarafından ifade edilmiştir.

Bu noktalardan, bu gerçeklerden baktığımızda;

1-Güçsüzlüğümüzden dolayı mecburen imzalamışsak, Lozan "bir dayatmadır."

2-"Sahada kazandık, masada kaybettik" diyorsak "Lozan bir hezimettir."

3-"Türk'ü Anadolu'ya mahpus etmek için bir İngiliz planı" diyorsak "Lozan gizli bir esarettir."

4-Yırtıp atacak gücümüz olana dek Lozan’ı kabul ediyorsak "Lozan bir ehven-i şer'dir."

Evet, benim Lozan Antlaşmasına bakışım budur. Lozan kötülerden en az kötü olandır. Kötü derken, İstanbul, Trakya ve Anadolu da elimizden gidebilirdi, onu kastediyorum. Gerçi Batı Trakya gitti, en azından Doğu Trakya bizde kaldı. Gerçi Musul, Kerkük, 12 Adalar ve Batum gitti, en azından İstanbul, Trakya ve Anadolu bizde kaldı.

Bu bakış açısıyla, Lozan Antlaşmasının "ehven-i şer" olduğunu düşünüyorum. Böyle düşündüğüm için diğer 3 şıkta sayılanların da doğru olduğunu kabul ediyorum.

Evet 24 Temmuz 1923’te İsviçre’nin Lozan şehrinde imzaladığımız değil “imzalamak zorunda kaldığımız” Antlaşma hakkındaki görüşlerim bunlardan ibarettir.

Lozan Antlaşması bu Ülkenin, bu Devletin tapusu falan değildir. Ülkelerin tapusu o yurtta yaşayan insanların Milli birlik ve beraberliği ile o Devletin her alanda (ekonomik, mali, sosyal, kültürel, askeri, siyasi ve diğer alanlarda) güçlü olması ve zinde kalmasıdır.

Vesselam.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.