Muhabbet geleneğimiz (Helebiş)

Sefer Aşır Eraslan

Muhabbetten, Muhammet oldu hasıl

Muhammet’siz muhabbetten ne hasıl

İşte abide bir beyit… Şah beyit. Yüce Yaratan “seni sevdim de yarattım “buyurduğu ilahi sevginin mahsulü, insanlığın, yaratılmışların, hatta meleklerin dahi en güzeli, gül yüzlü güzeller güzeli Muhammet! Demek ki sevgiler, içinde samimiyet ve aşk tohumları bulunan her yaratılmış, O’nun kadar olmasa da güzel olur. Çünkü O, ilahi sevginin mahsulü, diğerleri beşeri sevginin ürünü. Hani çok güzel olan veya çok sevilen birisine türkülerimizde “seni övmüş, özenmiş de yaratmış Yaratan” deriz ya işte öyle. Muhabbetle her şey güzel, her iş kolay, her olumsuz müspete dönüşür. Hani sevgiyle koruk helva olurmuş ya.. Çok çirkin ve olumsuz bulduklarımıza da “ananız sizi dünyaya getirmeden önce kime öfke ve nefretle baktıysa, ancak bu kadar çirkin olunabilir” deriz ya işte o da tam tersi nefretin neticesi olan durumdur. Bir şiirimin mısrasında “muhabbet gönülden yatağa düştü” demiştim. Aşıkların kalplerden tene indirgendiği gibi. Sevenler ten aşkına, et sevdasına düşerek bayağılaşıyorlar “demiştim yıllar önce yazdığım bir denemede. (Bu Millete Nasıl Kastettiler kitabımda) Ayrıca Muhammet’siz sevgi de beyhude ve basittir. Yukarıda zikrettiğimiz ten aşkının tutkusuna işaret eder.

Kırşehir’de Sayın önceki Vali bey başlatılan eski bir geleneğin adıdır “muhabbet.” Bir ismi de “helebiş”tir. Helebiş kurmak, helebişi kurup eğlenmek… Gibi söyleniş şekilleri de vardır. Eski bir kültürü yeniden canlandırmak, yaşamasına vesile olmak elbette güzel bir iş. Eski köy odası muhabbetlerini benim gibi yaşı ellinin üzerinde olanlar bilir ancak. Bunları da “Şirin Bala Şeker Bala Can Bala” isimli yazımda anlatmıştım. Bu güzel geleneğin ismini kötüye çıkaranların “muhabbeti”, sazlı-sözlü, içkili, dansözlü alemlerdir. Ancak esas olan eski ananelerimizdeki şekliyle olanıdır. Yani içerisinde güzel söz, hoş nasihat, ders alınacak makbul anlatıların ifade edildiği, güzel ifade edildiği “hani ağzından bal damlıyor” denilen usulde söylenen anlatımın yer aldığı meclislerdir. Hani “herkes sakız çiğner ama deli kız tadını çıkarır” diye bir kelam-ı kibar vardır. Herkesin söylediği şeyleri, normal bir insanın ifade edebileceği tarzda anlatanların meclisi “muhabbet meclisi” olamaz elbette. Güzeli anlatacak, güzel anlatacak, güzel anlaşılacak ve anlayanların da güzel anladığı bir söz meclisi olmalıdır. Şayet bir öğretmenin sınıfta ders anlattığı gibi yani ders anlatırcasına anlatılanlar, muhabbet meclisinde yer bulamazlar. Bir siyasetçi tavrıyla anlatılanlar, bir avukatın mahkemede savunma yaptığı tarzda bir anlatım, bir konferansçının anlattığı usulde konuşulanlar, bir ana- baba tarzında ifade edilenler… muhabbete konu olamazlar. Elbette birileri konuşacak, konu ve o konuda fikir serdedecek olan hazirunun olması gerekir. Yani dinleyenler de o muhabbete kitlenecek, zevk alacak, anlayacak ve çıkınca akılda kalanları anlatacak vasıflarda olmalıdırlar. Hani Özal döneminde, hem ikram olsun, hem de cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasına iş çıksın kabilinden bir konser vermek üzere Diyarbakır’a giderler. Ancak şehirden ilgi az olur. Açığı polislerle kapatırlar. Lakin gönülsüz olan polisler zaten yorgun, rahat koltuklarda uyuyakalırlar. “Caney” diye bir müzik işitseler hepsi kalkıp halaya duracak ama ne anlar operadan, senfoniden millet. Çıkışta gazeteciler sorarlar, “nasıl geçti, iyi eğlendiniz mi konserde” diye. Cevap mükemmel “polis oldum olalı, bu yaşa geldim böyle bir zulüm görmedim” olur. Bu derece bir zulüm olacak kadar katılımcıları isteksiz olan muhabbetten de hiçbir şey hasıl olamaz bilelim.

Bazı şehirlerimizde de benzeri sosyal faaliyetler yapılmaktadır. En başta ve en meşhur olanı Urfalıların “sıra geceleri”dir. Baş figür mutrip heyetinin konserdir. Daha sonra çiğ köfte ve diğer etkinlikler gelir. Çankırılıların “yarenlik”lerini de saymadan geçemeyiz. Ya Konya’nın ”oturak geceleri”ne ne demeli. Bunun Kırşehir’deki karşılığı olan “Abdallar Topluluğu “işin içerisinde var, yanında içki var mı..? Çünkü şehrin yerlilerinin muhabbeti ile köylerdekilerin muhabbeti bambaşka özellikler taşır. Şehir eğlencelerinde içki de vaz geçilmezlerdendir.

Bir başka diyarda sınırlarımızın ötesinde Özbekistan’da da aynı gelenek hem de yoğun bir şekilde devam etmektedir. Onlar “gep günü” yani “sohbet günü” diyorlar. Erkekler gep günü, kadınlar da bizdeki “gün” tertip etme gibi toplantılar yaparlar. Bu toplantılara “lotarya günü” derler. Celalkuduk şehrinde, buranın kolhoz reisi olan Mesketi’lerden (Ahıskalılar) tıp doktoru rahmetli İsmail Süleymanov’ların şehrindeki bir gep günü… Ayda bir yapılıyor. Bütün arkadaş, dost, komşu samimi olanların toplandığı, sıra ile toplanılan yer… İçeride otuz kadar insan var. Desturhan “denilen küçük sehpa gibi sofraların başında beşer kişi toplanmışlar. Andican’ın üzümü şirin, şeftalisi tatlı, kavun-karpuzu bal(asal)gibi olurmuş. İşte onlardan birer büyük meyva tabağı var. Yanında arak dedikleri votka şişeleri… Pide şeklindeki ekmeklerden de konulmuş. Ekmeğin altını üste getirmek büyük günah” derler. Düz tutulması gerekir. Paralı, özel olarak tutulmuş bir çalgı-müzik ekibi yok. Zaten herkes bir enstrüman çalabiliyor. Her evde piyano var. Bu mecliste de o iyi çalanlardan bir ekip zaman zaman müzik çalıyorlar. Yanımda oturan Tıp fakültesinden tanıdığım İsmail beyin arkadaşı Cafer bey “şimdi bir de hafız olacaktı” diyor. Onlar klasikleşmiş bir şairin bütün şiirlerini ezberleyen , besteleyen adamlara da “hafız” diyorlar. Özellikle Alişer Nevai gibi, Hamza gibi klasikleşmiş şairleri ezberleyenler… Akşamın ilk saatlerinde başlayıp gecenin bittiği zaman olan fecre kadar devam ediliyor. Ortak eğlence, çalgıcıların müziğine sözle eşlik etmek, sıra ile “gepe çıkmak “, söz alıp kalıplaşmış sözlerle iyi dileklerde ve temennilerde bulunmanın yanında, herkesi alakadar eden bir havadisin paylaşımı dışında herkes kendi desturhanındakilerle sohbet ediyorlar. Başka sofralardan davet edilirse veya gelen birisi olursa onlarla bol ve yüksek sesli kahkahalarla gülerek sohbetler ediliyor. Her sonradan geleni sofrada karşılamada olduğu gibi erken kalkanlara da dua edilerek yolcu ediliyor. Duayı en yaşlı veya sosyal konumu en yüksek olan yapıyor. Çorbayla başlayan yemek listesi her zamanki gibi yemeklerin şahı, en ağır yemek olan Özbek aşı (Özbek pilavı)ile hitam buluyor. Bir ara dışarıya hava almaya çıktığımda evin erkeği ile hanımı Özbek aşı yapıyordu. Saatler üçü gösterirken “Niçin hanımına bu saate kadar eziyet ediyorsun siz de yapabilirsiniz?” dediğimde “mihmana hürmet gerek” diyor. Öğrencilerime “siz evden çıkıp bir yere acilen gitmeniz gerekirken, tam kapıda misafir geldi. ”Git veya işim var da diyemiyorsunuz” ne yaparsınız “? dediğimde, ”en sona gelen yemek olan Özbek aşını en başta getiririm, bu da” kalk git anlamına gelir” demişti. İşte o son yemek “kalk git” yemeği de hazır halde. Kalkıp gitme zamanı. Bol eğlenceli, şiirli, hikayeli, kahkahalı bir “gep günü” sona erdi. Masrafları ortak, toplanan paralardan karşılanan bu güzel geleneğin elbette daha mütedeyyin insanları yaptıkları şekli de var.

Devlet Üniversitesinde beraber çalıştığımız Abdülgani Beyin evindeki gep günü bambaşka. İkramlar aynı. Sadece arak yok müzik yok. Bol sohbet, “namaz, Kur’an ve gündelik yengilikler” (günlük havadisler)denilen olaylardan bahsediliyor. Yine sabaha kadar devam ediyor. Şansımızdan o gün onların akrabası olan aslen Doğu Türkistanlı, Urumçili Eldar ile anası gelmiş. Annesi ticaret erbabı olduğu için vizesi var. Lakin Eldar taksinin bagajında kaçmış. Bolca onu konuşturacağım ama on dört yaşındaki çocuk korkuyor. Boyları küçük ve kalabalık oldukları için Çinlilere “karınca” anlamına gelen “çumalı” diyor. Fotoğraf çekinelim teklifime “sen jurnalistsin beni çumalıya ihbar edeceksin” diyor. Diğerleri arkadaşlar, “kardeşiz Eldar, niçin çumalıya söylesin” diyorlar da ikna oluyor. Türkiye’den kimi tanırsın?” diyorum Atatürk’ü tanıyor musun?” diyorum tanımadığını söylüyor. Ancak her zaman ve herkesin bildiği İstanbul burada da ortak tanıdık oluyor. Bir Çince “ALLAH” yazdırıyorum sonra da Arap harfleriyle. Her ikisini de güzel kullanıyor Eldar Bey. “Topalan” dediği gösterilerin çok olduğunu, anasının bu gösterilerin olduğu zamanlarda kendisini içeriye soktuğunu, pencereden kurşun girer diye de kafalarını dahi kaldıramadıklarını anlatıyordu. Ona Aydınlı bir gönül dostunun şu beyitini okumuştum.

Kimsesiz hiç kimse yoktur, vardır herkesin bir kimsesi,

Kimsesiz kaldım yetiş ey kimsesizlerin kimsesi

Muhabbetler daim olsun, muhabbetlerin konusu da adı gibi mahbup olsun. Muhabbetiniz bol, muhabbettaşınız çok, sevginiz hiç eksik olmasın. Taa Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan bu güzel törelerimiz de hep yaşasın, hep yaşatılsın. Yaşayana da, yaşatana da Mevla samimiyet ve hidayet nasip etsin.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.