Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin gerçek sıkletinde bir devlet kudretine erişebilmesi yolunda, ülke nüfusunun ne ölçüde etkili olacağının fevkalade bilincinde bir devlet adamı.
Devletin geleceği adına ihtiyaç duyulan nüfus yapısını korumak ve geliştirmek uğruna yaptığı ‘en az 3 çocuk’ çağrıları, kendisini bu topraklara yabancı hisseden güruh tarafından “Yatak odamıza da mı karışıyorsun?” sığlığıyla karşılanmıştı.
Yakın zamana kadar, bilhassa yaşlanan Avrupa karşısında genç nüfusumuzla övünüyorduk. Doğurganlık oranımız iyi gibi görünüyordu. Şimdi anlaşılıyor ki, Sayın Cumhurbaşkanı, Türk nüfusunun gidişatının büyük bir riske doğru olduğunu yıllar öncesinden görmüş, bundan dolayı ‘en az 3 çocuk’ çağrılarını sık sık dillendirmiş.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun son araştırmasına göre; ülkemizde kadın başına doğurganlık oranı 1.51’e gerilemiş. Bu, devletin ve milletin geleceği için, en az atom bombası kadar büyük bir tehlikedir.
Bir kere, nüfusun sadece sabit kalabilmesi için bile, doğurganlık oranının en az 2.1 olması gerekiyor. Yani bir anne ve baba, bu dünyadan göçerken, en azından kendi yerlerine 2 evlat bırakmaları şart. 2’den sonraki onda bir ise, zamansız ölümlerin doğuracağı açığı kapatması gereken küsurattır.
Dolayısıyla, doğurganlık oranının 1.51’e gerilemesi ve düşme eğiliminin de sürüyor olması, geleceğimiz açısından büyük bir risk oluşturmaktadır.
SADECE AVRUPA YAŞLANMIYOR
Yaşlanan Avrupa, sınırsız kişisel refahın getirdiği bencilliğin birinci derece rol oynadığı ‘doğurmama eğilimine’ karşı, inanılmaz tedbirler ve teşvikler geliştirmeye çalışıyor. Çocuk başına yapılan sosyal yardımları artırıyor. Doğuran kadınlara bir yığın ekonomik avantajlar sağlıyor.
Fakat, bencilleşmiş ve gelirini evladıyla paylaşmayı ‘kayıp’ gibi gören kibirli müreffehler, evlat sahibi olmak yerine kedi-köpeği kendisine evlat yapmayı tercih ediyor.
Neyse… Bu onların sorunu.
Gelelim bize…
Bizim inançlarımız ve geleneksel aile yapımız, çocuk yapmayı teşvik ediyor. Aile anlayışımız, evladımızı ‘ekonomik yük’ gibi görmemize izin vermiyor. Dahası, ebeveynlerimiz, kendi hayatlarını yaşamak yerine, kendi yaşayamadıklarını evlatlarına yaşatmak için çırpınıyor. Maalesef bu noktada bazen ifrata savruluyoruz.
Madalyonun bir yüzü böyle. Öbür yüzü ise çok farklı…
Üzülerek söyleyelim ki, gençlerimiz arasında, bırakın çok çocuk yapmayı, evliliği bile gereksiz görme eğilimi giderek yaygınlaşıyor.
Öylesine bir bencilleşme süreci yaşıyoruz ki, genç kuşakların büyük bölümü, karşı cinsten birine evlilik bağıyla bağlanmayı, bir bakıma ‘kişisel özgürlüklerini feda etmek’ gibi görüyor.
Bilhassa genç kadınlarda, karşı cinsin ‘kahrını çekmeme’ düşüncesi ve özgürlüğünü ‘anneliğe feda etmeme’ anlayışı giderek güçleniyor. Hele bir de kadın çalışıyor ve kariyer peşinde koşuyorsa…
MEVZUAT SORUNU
İşin özgürlük temelli boyutu bir yana, bilhassa Avrupa Birliği’ne uyum faslından yürürlüğe koyduğumuz birçok yasal düzenleme, özellikle erkekleri evlilikten uzaklaştırıyor.
Takkemizi önümüze koyup düşünelim…
Genç bir erkek… Evlenirse, hayatını karşı cinsten tek bir kadına bağlamış olacak. Atacağı her adımda, ‘evlilik gerçeği’ karşısına duvar gibi dikilecek. Kazancını; ailesi, eşi, çocukları, çocuklarının ‘at yarışına dönmüş’ eğitimi yolunda sebil edecek.
Daha oraya gelmeden, artık birer gösteriş haline dönmüş, pahalı ve insanların belini büken düğün masrafları var.
Oysa tek başına yaşayıp, kazancını arzularına göre harcamak var.
Yine, evliliğin yürümemesi halinde yaşanacaklar… Boşanmak bir sorun…
Geçimsizlik halinde, erkeğin evden uzaklaştırılması da dâhil, ‘aile’ kavramının özüyle bağdaşmayan bir yığın muhtemel sorun…
Bir de işin ‘mal ortaklığı’ hikâyesi var. Yetmedi, birkaç aylık evlilik sonrasında başa gelmesi kaçınılmaz olan ‘süresiz nafaka’ belası var.
Burada dile getirmediğimiz başkaca etkenler de mutlaka mevcut. Ve bu şartlar altında bir erkeğin ‘niye evleneceği’ sorusuna cevap bulmaya çalışalım.
Bir başka gerçeklik daha var: Herkesi üniversite mezunu yapıp… Ortalığı, kıytırık bir üniversite bitirdiği için, kendisini ‘aydın’ ve ‘kıymeti bilinmemiş zekâ’ olarak gören, ayakları yere basmadığı gibi aklı da başından birkaç karış havada duran, kibirli ve cahil gençler güruhu doldurmuş… Bunu da zihninizin bir tarafına yazın.
Bir sonraki yazıda, meselenin o boyutuna girelim.