Birdenbire olmadı hiçbir şey.
Öyle, bir sabah uyandım, her şey değişti gibi değil.
Yavaş yavaş ama kendini hiç saklamadan geldi.
Bir anda tüm hayatımızı temelinden salladı.
Bir korku filmi, bir bilim kurgu romanı, alacakaranlık kuşağı gibi sinsice hayatımızın ta içine sızdı.
Ürküten, tedirgin eden, endişelendiren bu salgın bir anda hepimizi duvara çarptı.
“Yoook canım, artık bu kadarı da olmaz.” diye izlemekten vazgeçtiğimiz sinema filmlerinin başrol oyuncusu bulduk kendimizi.
Elimizde bir bez, kâh sirkeli kâh çamaşır sulu; her yeri kırkladık.
Yetmedi dolapları sandıkları döktük.
Kıyıyı köşeyi sildik süpürdük.
Denemeye hiç zamanımızın olmadığı tarifleri denedik.
Şipşak yemekler yerine tencere yemeklerini ocakta üçer beşer kaynattık.
Hiç başlayamadığımız kitaplara, yarım bıraktığımız dizilere döndük.
İki satır konuşmaya zaman ayıramadığımız dostlarla görüntülü konuşur olduk.
Marketleri boşalttık, mutfaklara sığmayan erzak dağları oluşturduk.
Bir film setinden kaçmışçasına maskeli, eldivenli, dezenfektanlı, kolonyalı insanlar arasında kaldık.
Düğünler ertelendi, toplantılar iptal edildi, kepenkler indirildi.
Cenaze namazı kılmadan defnederler diye ölmeye korkar olduk.
“Merhaba” demek uzaktan oldu, eller havada kaldı.
Sokakta gezen yaşlılar hep 64 yaşında oldu.
Bayram sabahları gibi ıssız sokaklarda viran olduk.
Okulun kıymetini, öğretenin sonsuz sabrını anladık.
Tam da bahar kapıdayken, bağlara bahçelere yayılacakken evlerden çıkamaz olduk.
Kimimiz aileyle zaman geçirmenin tadına vardık, kimimiz az görüştüğümüz için birbirimize tahammül ettiğimizin farkına vardık.
Ne kadar yorulmuşuz durunca anladı kimimiz, kimimiz yorulunca var olduğunu anladı.
Kimi ölümün soğuk nefesini ensesinde hissetti, kimi gülüp geçti.
Günlük rutinlerden sıkılıp şikâyet ederken sürekli, her gün yaptığımız birçok şeyin ne kadar lüks olduğunu fark ettik.
Özgürlüğün ne olduğunu eve hapsolunca anladık.
İzole olsak da, sosyal mesafe koysak da bir yürek olmanın değerini hatırladık.
“Çayı koy geliyorum.” / “Çayı koydum, gel.”in kıymetini kavradık.
Yarının belki olmadığını, bugünün son olabileceğinin ürpertisiyle sarsıldık.
Paranın, makamın, çevrenin, güzelliğin, hırsın, soyun sopun bir son nefeslik olduğunu; tevazunun, insanlığın, kadir kıymet bilmenin, vefanın, merhametin, cömertliğin her şeyin üstünde olduğunu bir kez daha fark ettik.
Evet, artık hiçbir şey aynı olmayacak.
Bu kriz bizi ya büsbütün birbirimize bağlayacak ya da tümden koparacak.
Hastalıkta sağlıkta, ölüm bizi ayırana kadar bugünü son bilip kenetlenme zamanıdır şimdi.
Kafka’nın da dediği gibi “Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında.”
Bu salgından bir yüzyıllara meydan okuyan bir edebi eser çıkar mı bilmem ama çokça mizah, biraz kaygı, temizlik takıntısı, steril yaşamlar, yenilenmiş bir Türk mutfağı ve modernize olmuş sosyal hayat, belki yeni bir dünya düzeni kalacak.
"Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir." der Camus.
Belki daha çok seveceğiz insanları.
20. yüzyılın önde gelen psikiyatrlarından Viktor Frankl "Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu almak anlamına gelir." derken belki de bu günleri kastediyordu.
Dünyanın belki sonu, belki yeni bir dünya.. Bilinmez…
Ve sonunda yazgı kazanacak…
Sağlıcakla…