Öykü, roman, şiir

Cemal Kayı

Şiir, öykü, Roman neden yazılmıyor, yazılanlar neden ses getirmiyor? Televizyonlarda gazetelerde neden bu sanat eserlerinin adı yok? Neden bunlardan bahsedilmiyor? Yatıyoruz kalkıyoruz, yolsuzluklar yolsuzluklarla adaletsizliklerle ilgili tartışmalar, konuşmalar, kitap reklamları…

Şiir, öykü, roman yazımı yaratıcılığı gerektirir! Büyük üstat Aziz Nesin’in duayen gazeteci Emin Çölaşan’a verdiği röportajda söylediği gibi; “Yazı yazmak yetenek ister emek ister. Havada uçuşan kelimelerin bir araya getirilmesinden cümle, cümlelerin de bir araya getirilmesinden kitap oluşturulur, diyerek” saygı gösterilmesini ister yazara çizere üstat Aziz Nesin.

Şiir, öykü roman, başkaları tarafından görünmeyen, bilinmeyen ya da görünüp bilinmesine rağmen değer verilmeyen basit sanılan bir güzelliğin, bir coşkunun, bir yaşanmışlığın, yaşanılabilirliğin okuyucuya yazar gözüyle sunulmasıdır…

Günümüzde neden ilgi çekecek, sergilendiği galeride karşısında durup saatlerce seyredebileceğimiz bir resim göremiyoruz, ya da böyle bir sanat eserini yaratan ressamlardan söz edemiyoruz?

Felsefeyle sosyolojiyle psikolojiyle hatta tarihle ilgili bilinmezlikleri çözüp, tarihin karanlık sayfalarını açığa çıkardık da mı köşemize çekildik. Yazılanları ne kadar okuyoruz, özümlüyoruz?

Şiir, öykü roman yaratıcılık ister yetenek ister çok okuyarak olaya hakimiyet ister. Bu kadar mı duygusuz duyarsız olduk. Ne günlerce çektiğimiz yürek yangını, ne önünden geçtiğimiz hafif aralıklı perdeler kaldı bırakıp geldiğimiz diyarlarda… Ne pencereden görülen kınalı eller, ne o baygın kokulu ceviz ağaçlarının yaprakları dal arasında şimdi… Ne bulgur sokuları ne de yel estikçe gelen yar kokuları, sevda kokuları kaldı dünyamızda…

Her insanın fark edemeyeceği bu duyguları ancak bir öykücü, bir romancı bir şair fark eder bulup çıkarır dehlizlerden gün ışığına… Her insanın doğuştan gelen bir yatkınlığı bir yeteneği vardır. Kimi teknik konulara yetenekliyken kimisi de evde bir ampulü bile yerine takamayacak kadar bu konuda beceriksizdir… Kimi insan iyi top oynar topa yeteneklidir, kiminin müziğe, kiminin şiire kiminin de yazıya yani; öyküye romana yeteneği vardır. Ancak bu yetenekler kullanılırsa, zamanında kullanılırsa gelişir, kullanılmadığı takdirde körelir kaybolur.

Sanatçı her çocuk tecavüzünden bir öykü, her kadın cinayetinden bir roman çıkarabilir. Gazetecinin görevi de bu tür olayları kaynağından bulup haber yapmaktır… Olayın öyküsünü yazan, romanını yazan olayın önündeki yaşanmışlığı, olayın arkasındaki yaşanmamışlığı yarım kalıp tamamlanmamış bir hayatı, ömür boyu sürecek bir tecavüz olayının ezikliğini bulur çıkarır toplumun önüne serer, topluma insanlığa bir mesaj verir…

Bir ressam kuruyan göllerde boynu bükük kalan göl sazlarının yarım kalan türküsünü tuvaline işlerken, artık bağlarda bahçelerde ötmeyen bülbülle, iğreti bahçe duvarlarından boğuk sesiyle baharı müjdeleyen ibibik kuşlarının çığlığından gelendir şairin mısraları…

Arzu ile Kamberin, Ferhat ile Şirinin, Leyla ile Mecnunun Romeo ile Julia’nın öyküleri bitmedi, bulmasını bilen yazarlar için, çağa uygun yeni Karacoğlanlar, Elifler var… Yazarlar geçmişte kalan sevdaları aratmayacak öyküleri romanları şiirleri kağıtlara dökerler. Ressamlar ise gök kuşağının renklerine renk katarak güzellikleri tuvallerine aktarırlar…

Çocuğuna pantolon alamadığı için intihar eden babalar, iş bulamadığı için kendini yakanlar, iflas edip kendini köprüden atanların tek özellikleri günün haberi olmak değildir. Olay olanların haberleri aynı olsa da öyküleri farklıdır. Bir kadın cinayeti olayını gazeteci haber yapıp duyururken, şair yazar, kaybolan bu hayatların yaşanmışlıklarıyla yaşanamayıp yarım kalanlarını bulur çıkarır o engin öngörüsüyle yeteneğiyle okuyucuya sunar…

Tanıdık birisine; “İsmaillerin bizim yörede (Kırşehir) son kalan belki atmış yıllık bağ damına git, damın bir köşesine otur, küçük bir ateş yak, sırtını bağ damının duvarına ver, yaktığın ateşte bir yufka gevret, içine çökelek dür, ye. Sonra güneş ısıtmaya başlayınca uykun gelir, sırtın duvarda uyu, eğer uyku öncesi düşündüysen elli atmış sene önce orada yaşanmışlıkları rüyanda görürsün.

Akşama kadar harmanda çalıştıktan sonra gün batarken harmanı bırakıp evine bile uğrayamadan, ayağına giydiği çarıktaki saman artıklarını çırpmaya bile fırsat bulamadan  pekmez kaynatmaya gelen o yorgun o yoksul insanları çalı çırpı ateşinin bir kaybolup, bir şimşek gibi çakan ışığında gözlerindeki çaresizliği çökmüş avurtlarındaki bitkinliği yorgun yüzlerindeki çaresizlik duygusunu gör… Çıtırtılarla yanan çalıların çıkardıkları sesler eşliğinde akşam serinliğini ürpererek sırtında duy, onların hareketlerini birebir ve onlar gibi ağır ağır temkinle yaşa!” diyorum. Daha doğrusu demiyorum da bunu demek istiyorum… Bağ damının üstüne çıkıp çektirdiği fotoğrafı gönderiyor bana!

Sanatçılık işte budur, yazarlık şairlik ressamlık işte budur… Bunlar benim hissettiklerim benim duygularım benim hayallerim… O arkadaş, bir yazar, bir şair bir müzisyen bir sanatçı olmadığı için benim duyduklarımı duyamıyor, benim düşündüklerimi düşünemiyor, benim kurduğum hayalleri kurup ne o yaşanmışlıkları yaşayabiliyor, ne de o yaşanmışlıkları yaşayanların geleceğe dönük hayallerini, coşkularını, hüzünlerini tahmin edebiliyor…

Yazarlık budur, küçük bir çocuğun düşürdüğü minnacık mika gibi küçücük bir süt dişinden, Denizlere kaptan olmak isteyen küçük oğlumun hayallerinden öykü roman çıkarmaktır…

16 yaşında bir çocuk işçinin alacağını istediği için dayak yemesi haber, on altı yaşındaki çocuğun neden çalıştırıldığının altındaki gerçek ise öykülere şiirlere romanlara konudur… Çocuğuna, ailesine daha iyi bir gelecek aramak için Avrupa’ya gitmek isterken Ege denizinde boğularak ölen Aylan Bebek’in küçücük bedeninin kumlarda yatışının öyküsünü romanını şiirini yazmak, yazarken Aylan bebek olmaktır sanatçılık…

Uygar ülkelerde veterinerlere götürülen köpeklerin bizim ülkemizde neden ayaklarının kesilerek işkence edildiğinin arkasındaki gerçeğin açığa çıkarılmasıdır sanat; öykü roman, şiir, müzik, resim… Gerektiğinde psikolojiye psikologlara, sosyologlara  bir ön çalışma olabilmelidir sanat eseri… Kurbanda kendi günahından arınmak inancıyla  kesime götürülen bir hayvanın gözlerindeki o korkudan, o çaresizlikten, o endişeden o yakarıştan bir roman, bir öykü, bir şiir kitabı çıkarmaktır sanatçılık…

Soğuk bir kış gününde paltosuz biri gibi üşümek, yaralı bir hayvanın acılarını hissederek yaşamaktır sanatçılık…

Bunca olumsuzluklar içinde, birtakım insanlar çöplerden karnını doyuracak bir şeyler ararken, devasa büyüklükteki onlarca odalı villalarda kaplumbağaların sırtlarına mum dikip şampanyalar içerek eğlenenlerle, küçücük barakasını aydınlatmak için o mumu dahi bulamayanların arasındaki çelişkiyi yakalamaktır sanat…

Her ne kadar “SOSYAL MEDYA” dediğimiz olgu, alışkanlığımızı köreltip bizleri öykü, roman şiir okumaktan alıkoysa da bizleri tembelleştirip heveslerimizi törpülemiş olsa da bizim kuşak gene de “DÜNYA KLASİKLERİNİ, TÜRK KLASİKLERİNİ, YENİ YAYINLARI OKUYACAKTIR” çünkü roman öykü şiir ruh temizliğinin en iyi ilacıdır…

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, yazarlar yolsuzlukları, vurgunları, hırsızlıkları yazmaktan, öykü roman, şiir yazmaya fırsat bulamamaktadırlar diye düşünüyorum. Elbette yaşadığımız ülke gerçekleri, dünya gerçekleri aydınım diyen biz insanları ilgilendirecektir… Elbette güncel olaylardan aydın bir insan olarak kopmamız, onlara kayıtsız, sessiz kalmamız mümkün değildir…

Saygılarımla…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.