Padişaha tokat atan hocadan, hocasına tokat atan öğrenciye…

Abdullatif Acar

Tokat atan hocanın da tokat yiyen padişahın da tek bir gayesi vardı altın cağımızı yaşadığımız dönemlerde.  Oda; bir çağı kapatıp yeni bir çağ ve çığır açan padişahlar yetiştirmekti.

Padişahlığından vazgeçmeden padişahlar yetiştirmek mümkün olmayacağı gibi gençliğin heyecanını heva ve hevesini dizginlemeden, duyguları kontrol altına almadan, disiplinli olmayı kabul etmeden de başarı elde etmek mümkün değildir.

İlmin izzeti, o ilimi öğreten muallimin izzetinin muhafazasıyla mümkündür. İtibarı elinden alınmış, saygı ve hürmete layık görülmeyen hocanın, öğrencisinin gözünde bildiklerinin kıymeti olmaz.

Günümüzde öyle olaylara şahit oluyoruz ki üzülmemek mümkün değil. Notu az verdi diye öğretmenini darp edenden,  bağırdı diye hakaret edene;  uyardı diye okulu basan veliye;  öğretmeniyle laubali hareket ederek onu alay konusu yapandan tutun hatta öğretmenini bıçaklayan, ölümüne sebep olana kadar nicelerine şahit oluyoruz. Şimdilerde çocuğunu hocasına teslim ederken  “Eti senin kemiği benim, yeter ki ilim sahibi olsun” diyen veliler de pek yok, ilim öğrenmek aşkıyla okulu aşındıran talebelerde…

Okul sıralarında milyonları aşan genç, bildiklerini daha okulu bitirmeden unutuyor. Pratikte karşılığı olmayan ilimi sırtlarında bir ömür boyu sadece övünme aracı olarak taşıyorlar. İlerde isimlerinin başına eklenen unvanlar, alınan diplomalar edep, ahlak ve maneviyat olmayınca fayda sağlamıyor.

Toplumun yükünü taşımakla, sorunları çözmekle görevli tahsil sahipleri sorun haline geliyorsa eğitim ve öğretimden ne anladığınızı yeniden sorgulanamaz gerekiyor.

Eğitimde başarı deneme-yanılma yoluyla tespit edilemez. Çünkü hayatlar bunun için yeterli olamayabilir.

Bu sistem olmadı şimdi de şu sistemi deneyelim anlayışı nesillerin kaybına sebep olmaktan başka işe yaramıyor.

Ecdadımızın eğitim anlayışının sağlam ve sarsılmaz ahlaki değerler üzerine bina ederken saygı ve sevgiden asla taviz vermemişti. “ Kendini bilen rabbini bilir.” Düsturu ile hareket etmiş  “ilim adamına saygı” siyaseti izlemişlerdir. Medeniyetin inşasının âlime saygıdan geçtiğini çok iyi bildiklerinden bütün yatırımlarını ilim ve âlim eksenli ayarlamışlardı. 

İlmin olduğu yerde edep olmazsa o ilim eksik ve faydasızdır. Onun için hangi ilimle meşgul olursanız olun illa edep illa edep…  “Edeple bu kapıdan giren lütufla çıkar”  kuralı çok önemlidir. 

Osmanlıda ilimden önce edep gelirdi. O zamanlar ilim yuvaları insana şekil veren, kaba taraflarını yontan, ruh inceliği kazandıran, manevi olgunluğa ulaştıran, insanı ilmek ilmek, nakış nakış işleyen atölye gibiydi adeta. Buralarda yetişen ve din ilimlerinin yanında fen, astronomi, matematik gibi birçok ilim dallarında zirveleri yakalayan âlimler Osmanlı’nın terakkide lokomotifi olmuş, akıllı ve ferasetli yöneticiler sayesinde yedi düvele hükmederken gönülleri de feth etmişlerdir.

Gönüllerin fethinden önce bir gönle girmek gerek, gönül almak gönül yapmak gerek. Bu da yine saygı, sevgi ve edeple mümkündür.

Şu ibretlik hadiseler hem baba ve annelere hem de öğrencilere ne büyük dersler içermektedir:

Sadece dini ilimleri değil birçok ilim dalında eğitim gören beş dili konuşabilen Fatih Sultan Mehmet Han çocukken çok yaramaz bir öğrenciydi. 

Ders esnasında yaptığı şımarıklıklarla Hocası Akşemseddin’i çileden çıkarırdı. 

Hocası kendisine kızdığı zaman hemen “Ben Padişahın oğluyum, bana bir şey yapamazsın” deyip tehdit ediyordu. 

Padişaha şikâyet etmeyi edepsizlik sayan Akşemsettin durumu II. Murat’a anlatamıyordu. Ancak gün geldi, artık küçük Mehmet’in yaptığı yaramazlıklar çekilmez hale geldi. Bunun üzerine Akşemsettin destur dileyip II. Murat’ın huzuruna çıktı. “ 

“Padişahım size bir hususu arz edeceğim, ancak haya ediyorum” deyince, II. Murat:

“Buyur çekinmeden anlatabilirsin” dedi. 
 Bu söz Akşemsettin’i rahatlattı ve durumu nezaketle özetledi. II. Murat Akşemsettin’in yanına gelerek, kulağına bir şeyler fısıldar. Akşemsettin ise şaşkınlık içinde kaldı. Çünkü bu planı uygulamak pek mümkün değildi. 

Akşemsettin bu plan konusundaki rahatsızlığını padişaha ilettiyse de, Padişah onu dinlemedi ve “Hocam, bu iş olacak” diye gürledi.

Ertesi gün; yine derste Mehmet yaramazlık yapıyordu. 

Akşemsettin’in uyarısına aynı tehdit cevabını verdiği sırada, Padişah ansızın kapıyı açıp içeri girdi. Bu olay karşısında Akşemsettin hiddet göstererek, Padişaha bağırdı, azarladı ve bir de tokat attı. “Bu şekilde sınıfa giremezsiniz, sen ülkenin padişahıysan, ben de buranın padişahıyım” dedi. Ve izin istemesi gerektiğini söyledikten sonra da, derhal dışarı çıkmasını istedi.  

Padişah, mahcup bir şekilde boynunu bükerek özür diledi ve dışarı çıktı. 

Olaylar karşısında çocuk Fatih Sultan Mehmet’in nutku tutulmuş ne yapacağını şaşırmıştı. Güvendiği babası tokat yemişti. Şaşkın gözlerle bakarken, az sonra kapı tekrar vuruldu ve Padişah mahcup bir şekilde içeri özür dileyerek girdi… 

Plan muhteşem bir şekilde işlemişti. O günden sonra Fatih Sultan Mehmet asla yaramazlık yapmadı. Çünkü güvendiği dağlara kar yağmıştı…

Yine bir defasında hocası Molla Gürani hazretleri kızılcık sopasıyla derse girip “ üzerinde bulaşan tembellik tozlarını bu sopayla temizleyeceğim” dediğinde fatih sultan çok ürkmüş ve korkmuştu. Annesine gelip şikâyet ettiğinde annesi “valla aslanım o hocanın sağı solu belli olmaz, ondan ben de korkarım, iyisi mi tembellik yapma dersine çalış” diyerek adeta fatihler yetiştiren annenin nasıl olması gerektiğini bütün annelere anlatmıştı.

Evet,  edeple yoğrulan, saygıyla beslenen, ahlakı hamide ile zirve yapan çocuk daha 21 yaşına girmiş bir delikanlı iken Fatih sultan Mehmet Han unvanıyla peygamberin müjdesine mazhar olmuştu. Bir çağın kapanıp yeniçağın açılmasına vesile olan İstanbul’u fethi etmiştir. İstanbul’dan içeri girerken hocası Akşemsettin’le beraber girmiş, çiçeklerle karşılanmıştı.  Yaşça daha büyük görünen Akşemsettin’in fatih olduğunu düşünüp ona çiçekleri uzattıklarında yanında ki gencecik delikanlının fatih sultan olabileceğini tahmin bile edememişlerdi. Akşemseddin, talebesinin fatih olduğunu, çiçeklerin ona verilmesi gerektiğini işaret ettiğinde Fatih sultan Mehmet han hocasının bu şehrin manevi fatihi olduğunu söyleyerek onun bu zaferin arkasındaki desteğini dile getirmiştir.

Bu sadece bir örnek bunun gibi binlercesi var. Bunları sayfalara sığdırmak mümkün değil. Kısaca her başarının arkasında bir muallim vardır o bazen ana bazen baba bazen de öğretmendir. Kim olursa olsun ilmi donanım yanında ahlaki donanım da olması gerekir.

İlim soyut bir kavramdır onu somut, elle tutulur gözle görülür hale getiren edep ve ahlaktır.

 İlim vasıtadır edep ve ahlak semeresidir. İlim durağandır amel onu aktif hale getirmektir.

Arif Nihat Asya’nın ümit aşılayan şu dizeleriyle bitirelim:

“Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir, Süleymandır.

Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinandır.

Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!

Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın

Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.!

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan

Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan!

Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan ....

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!”

Selam ve duaile…