Son büyük imparatorluğumuz Osmanlı, bize çok zengin ve güzel değerleri miras bıraktı. Aynı zamanda bazı ‘genetik hastalıkları’ da oradan tevarüs ettik. Olumsuz miras unsurlarının başında, ‘bürokrasi belası’ gelmektedir.
16. Yüzyıl sonlarına kadar düzgün işleyen Osmanlı bürokrasisi, 17. yüzyıl başlarından itibaren giderek bozuldu; devletin işleyişini, güvenliğini ve kamunun işlerini kolaylaştırmaktan uzaklaştı. Kendisine çalışmaya başladı.
Lafı kibar ambalajlara sokmaya gerek yok. Biliyorum, sözlerim birçok kişinin hoşuna gitmeyecek. Zira zülfü yâre dokunan, ‘yumuşatılmamış’ ifadeler kullanıyorum. Gerekçem gayet açık: Haksızlık karşısında susmak ne ise, hakikate tanıklıktan kaçınmak da aynısıdır.
Türkiye’de bürokrasi, ‘devleti yönetme hakkını’ kendisinde gören, bu yolda siyaset kurumunu ‘yolcu’ ve kendisini de ‘hancı’ mevkiinde konumlandıran bir anlayışa sahip.
Sadece ‘silahlı bürokrasiyi’ kastetmiyorum. Mülkiyesinden adliyesine, ilmiyesinden belediyesine kadar, her kademedeki ‘memur zihniyeti’ aynı anlayışı taşımaktadır.
KAPAĞI DEVLETE ATINCAYA KADAR
Milyonlarca genç, en alt düzeyde bir kamu görevine atanabilmek için, her kademedeki siyasetçinin kapısını aşındırır; oradan-burada ‘referans’ (hadi torpil demeyelim) devşirmeye çalışır. Herkes, yeter ki ‘devlet kapısı’ olsun, en basit bir kamu hizmetine konuşlanabilmek uğruna, atmadık takla bırakmaz.
Taaaa ki, ataması yapılana kadar. Atama olduysa, devlet kazanının kulpuna yapışılmış demektir. Odacısından uzman yardımcısına, en alt düzeydeki memurdan torba kadroyla atanan üst düzey danışmanına kadar tamamı, artık ‘devletin memuru’ olmuştur. Yani siyasete ve siyasetçiye eyvallahı kalmamıştır. Öyle ya, devlete kapağı atıncaya kadardır her şey. Ondan sonra, sen istesen bile devlet seni kolay kolay bırakmaz.
İşte, Türkiye’nin bürokrasi çarkı böyle kurgulanmıştır.
Orası öyledir de ‘hancı’ olan bürokrasi karşısında ‘yolcu’ olan siyasetçi, ancak çok güçlü halk desteğine sahip olduğu zamanlarda hükümferma olabilir. Hele bir seçim kaybedin veya kaybedeceğinize dair emareler olsun… İşte o zaman, ‘yönettiğinizi zannettiğiniz’ bürokrasinin, ayağınızın altında nasıl bir muz kabuğuna dönüştüğünü anlarsınız.
SEÇİM KAYBINDA BÜROKRASİ ETKİSİ
31 Mart Yerel Seçimlerinde Cumhur İttifakı partilerinin neden başarısız olduğuna dair, ‘iğneyi de çuvaldızı da sahibine batıran’, fakat tamamı iyi niyetli ve dostane olan yazılarımıza kısa bir süre ara vermiştik.
Yukarıdaki girizgâhtan sonra, seçim başarısızlığı üzerinde etkili olduğunu gözlemlediğimiz ‘bürokrasi boyutu’ üzerinde biraz durmakta yarar görüyoruz.
Partilerin kendi iç işleyişleri, aday tercihleri, ekonomide yaşanan olumsuzluklar ve nihayet emeklilerin, küçük esnafın, çiftçilerin ve ev sahiplerinin küstürülmesinin, seçmenin oy tercihlerine olan etkilerinden bahsetmiştik.
(Sırası gelmişken belirtelim; ev sahibi-kiracı ilişkilerini zehirleyen ‘narh’ uygulamasının yanlışlığı, bir yığın adlî olay yaşanmasına ve seçimlerde sergilenen seçmen davranışına rağmen, maalesef iktidarın ilgilileri tarafından pek de anlaşılmış gibi görünmüyor. Sadece ‘Yazık!...’ diyorum.)
Kanımca iktidar kanadı ile seçmen tabanı arasına giren en önemli ‘karakedi’ unsurlardan birisi de bürokrasidir.
Ayağımızda top çevirmeye gerek duymadan söyleyelim: Sağlık ve eğitim bürokrasisi, iktidar partilerinin seçim başarısızlığına etki eden bürokratik unsurların başında gelmektedir.
Sağdan-soldan duyduklarımı bir kenara bırakıyor ve bizzat kendi yaşadıklarım üzerinden değerlendirerek söylüyorum: Özellikle hastanelerdeki bazı sağlık personeli, AK Parti ve Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın en başarılı olduğu alanlardan birisi olan ‘sağlık hizmetleri’ konusunda, seçmenleri iktidar aleyhine kışkırtmak için elinden gelen kötülüğü ardına koymuyor.
Başta bazı doktorlar olmak üzere, birçok sağlık personeli; kılığından kıyafetinden, konuşma şeklinden, çekingenliğinden, ezikliğinden ve daha bilmem hangi belirtilerden dolayı ‘iktidar seçmeni’ olduğuna hükmettikleri hastalara ve yakınlarına karşı küçümseyici, aşağılayıcı ve azarlayıcı tavırlar takınıyor. Hatta biraz zorlarsanız, “Gidin şikâyetinizi, bu sistemi kuranlara yapın…” gibi laflar etmekten de çekinmiyorlar. (Dediğim gibi, duyduklarımı değil, yaşadıklarımı aktarıyorum.)
Kanımca burada seçilmiş, bilinçli bir ‘düşmanlaştırma stratejisi’ izleniyor. Hizmet almaya çalışan vatandaş, maruz kaldığı muamelenin faturasını AK Parti’ye ve Başkan Erdoğan’a kesmeye zorlanıyor.
EĞİTİM CAMİASI DA FARKLI DEĞİL
Aynı durumun eğitim camiasında da yaşandığından kuşkunuz olmasın. Okul yöneticileri ve öğretmenler, ayaklarının yere her zaman sağlam bastığından emin olmaları sebebiyle, muhatap oldukları öğrenciler ile velilerini, ‘ülkeyi yönetenlere karşı’ kışkırtacak her türlü davranışı sergiliyor.
İnsan hayret ediyor. 22 senedir iktidarda olan bir parti… Sürekli yandaşlarını işe yerleştirmekle suçlanan bir siyaset anlayışı… Ve kamuya memur ve işçi olarak aldığı milyonluk kitleler tarafından sabote edilen bir iktidar…
Evet, gerçekten anlamakta zorluk çekiyoruz. Sadece, işin içindeki FETÖ bulaşıklarını aklımıza getirdiğimizde, taşların birazcık yerine oturduğunu görüyoruz.
İyi de 15 Temmuz’un üzerinden 8 sene geçti. Bunca zaman içinde, ABD ve Batı’nın içimizdeki casusları olan bu FETÖ urları temizlenemediyse, gelecekte işimiz çok zor demektir.
Bürokrasinin siyaseti sabote etmesine dair söylenmesi zorunlu olanlar, maalesef tek bir yazıya sığdıramadığımız ifadelerdir. Mevzunun kültür, makam saltanatı, trafik cezaları gibi konular üzerinden vatandaşın sinirlerinin zıplatan boyutuna, bir sonraki yazımızda devam edelim.