Bildiğini okumakBu söz camide cemaatin az veya çok olması veyahut da alimlerden müteşekkil olup/olmamasının bir değerinin olmadığını, arkasındaki insanların özelliklerine bakılmaksızın imam bildiklerini okuduğunu ve cemaate göre tavır ve şekil almayacağını ifade etmek için kullanılır. Burada unutulan bir şey var. Arkasındaki üç cemaate karşı okuyuş şekli ile yüz cemaate karşı okuma tavrı farklıdır. Üç kişiyle kılıyorsa bir moral bozukluğu ruh hali ile kısa kesip bir an önce vazifeyi tamam edip kaçamak ister. Oysa yüz kişilik bir kalabalık cemaat varsa hele bir de bin kişilik bir cemaat varsa arkasında hem okuyuşu, hem mutlu oluşu hem de cemaatin imama algısı onu huzurlu ederken daha büyük bir aşkla, daha büyük bir şevkle yapar işini. Bu söz bazen etrafından gelen sözlere kulak asmadan burnun doğrusuna gitmek bildiğini yapmak anlamlarında da kullanıldığı olur.
Bir zamanlar ben de bir sendikasının il merkezlerinde seminerler verdim. Şayet salon büyük, kalabalık yoğun, dinleyenler heyecanlıysa/meraklıysa anlatma şevkimiz de o derece yüksek olurdu. Anlatırken planlananlardan daha başka konuları da anlatırdım. Saatlerce sürerdi toplantı. Ya salon küçük veya dolmamışsa ne olurdu? Bir an önce semineri tamam edip kolay yoldan oradan uzaklaşmak isterdim. Çünkü bir zevki yoktu o küçük topluluğun. Oysa kalabalık müthiş, katılanlar meraklı heyecanlı, anlatan olarak biz de onlar kadar heyecan ve istekle onlara hitap ederdik. Eskişehir’deki bir toplantıda hepsi ayağa kalkıp dakikalarca alkışladıktan sonra “hocam sokağa çıkalım yürüyelim” diye tempo tuttular. Elbette “olmaz” dedik. Ayrılırken de diğerlerinde olduğu gibi hemen kaçıp görmek istememezlik yapmazdım. Hatta yol boyunca soru soranlara cevap verirdim. Oysa az olan kalabalıklar beni isteksizliğe sevk eder, adeta yorardı. Bütün bunları neden yazdım?
Dün bir şehirde, bu gün de başka bir şehirde müthiş bir kalabalıkla karşılaşan siyasinin gözlerinin içi gülüyordu. Yüzünden düşen sevgi ve hoşnut olma halinin sonucu olan tebessüm, toplanan kalabalığın müthişliğine ve o kalabalığın coşkulu haline bakarak yansıyordu. Salonun dışı içerisinden fazla kalabalık. İçerisi her an heyecandan patlayacakmış gibi bir ruh hali içerisindedir. Elbette bu lidere de yansıyor herkesin hal ve hatırını soruyordu. Oysa o kalabalık beklenen kadar olmasaydı bu faslı es geçecek ve bir an önce görevini yapıp oradan ayrılmak isteyecekti. Kadınları ön saflarda yerlerini alıp çılgınca bağırmaları, gençlerin raydan çıkmaya bağırıp/çağırmaya hazır oldukları bir ortamda onların hatırını da sorması, onları adam yerine koyması gençleri çileden çıkarıyor avazları çıktığınca bağırıyorlar. Evet bir konuşma metni hazırlayarak orada konuşacaktı. Lakin o kalabalık, o coşku, o heyecan onun konuşma metninde olmayan sözleri söylemeye mecbur bırakıyordu. O, konuştukça kalabalıkla, diyaloglara girdikçe de heyecan artmaktaydı. Yani o kalabalığa karşı yapılan konuşma , daha az olan topluluğa karşı söylenenden daha az heyecan vericiydi.
Peki bunun tam tersi bir durumda konuşma nasıl olur? Düşünüz ki kendi memleketinizdesiniz. Hemşehrilerinizin onca iyilik ve yardıma kayıtsız kalamayacaklarını, yüzde yüz destek vereceklerini düşünüyorsunuz. Ama o da ne meydan bomboş. Kimi küsmüş, kimi küstürülmüş, kimin lidere inancı yok, kimin müzmin muhalefetten mağdur olmuştur. Bir başkası da parti içi muhalefeti aşıp gerçek muhalefet yapabilmekten aciz, inanılmayan yalancı pozisyonuna düşmüş. Lider veya konuşmacı isteksiz, dinleyenler bıkkın, ortaya çıkan manzara felaket… Konuşmacı arada bir damarlarına basacak sloganvari cümlelerle hitap ediyor lakin dinleyenler ise, ”eski tas eski hamam” misali gitme hazırlığında. Elbette konuşmacı bu durumdan etkilenmiş soğuk ve donuk olan kalabalığı bir türlü harekete geçirememektedir. Bu durumdan da kendisini kusurlu bulmaktadır. Etraftakiler ise dinleyenleri suçlamaktadır elbette. Kalıplaşmış sloganlaşmış birkaç cümle ile heyecanlandırmak istese de gelenlerin çoğu zaten kurşun asker ne derse desin alkışlayacaklar bağıracaklar… Ama o da ne onlar da heyecanlanamıyorlar. Sanki ölü toprağı serpilmişçesine soğuk bir ortam hakim. Ya bir başkası ancak bağırarak heyecan vermek istiyor ama ona da sesi kısık yetmiyor. İşte birinci ile diğerleri…
İyi bir hatip olmak elbette bir doğuştan gelen yetenek. Ancak dilsiz ahraz olan Yunan avukat deniz kenarında ağzına aldığı çakıl taşlarıyla bağıra bağıra dünyanın en iyi hatibi olmuştur. Çalışmak her şeyin başı. Hani Akif’in tabiri ile “Sa’ye sarıl hakka ram ol; bilmiyorum varsa başka çıkar yol.” Çalışmak e Hak’ka ram olmak işte her şeyin başı bu…