Şehir efsanesi mi, şehir hastanesi mi?

Emine Baştuğ

Bu yılın (05 Ocak 2019) başında annemi kaybedince oturup bu kısa yazıyı yazmıştım. Aslında annemin de babamın da hastane maceraları o kadar çok ki, nereden başlayacağımı bilemediğim için ben de sondan başladım. Ama benim ilham perilerim yerinde durur mu hiç? Bakın yazımın arkasından neler çıktığını merak ediyorsanız, sonuna kadar okumanızda fayda var derim ben.

Sevgili dostlar, bendeniz bugüne kadar rahmetli annem ve babamın rahatsızlıklarından dolayı hastanelerle fazlaca hemhal olmuşumdur. İkisinin de ayağının biri hep hastanedeydi. Hastaneler ikinci adresleriydi adeta. Dolayısıyla benim de öyleydi…

“Öleceğini bile bile yaşlı ve çok hasta bir insanı hastane hastane gezdirmek nasıl bir şeydir acaba?” derdim hep… Ve ben bunu babam ve annemde yaşayarak öğrenmiştim maalesef…

Eskiden ölüye de diriye de saygı ve merhamet vardı. Doktorlar, baktı ki hasta son zaman diliminde, “Al götür evinde dinlensin, son demlerinde hastane köşelerinde sürünmesin” derdi. Şimdi öylemi ya… Hastanın son nefesine kadar bırakın öyle şeyler demeyi sadece hastane kasasına girecek parayı düşünüyorlar. Ölene kadar yapılan/yapılmayan her türlü işlemlerden hatta morgda kaldığı süreyi bile hesap edip anında faturalandırıyorlar.

Sonucu belli tahliller için kan alabilmek uğruna onların her yanını delik deşik etmeleri de cabası. Kısacası yaşlı insanların öbür dünyadan önce bu dünyadaki hesabını son kez görüyorlar diyebilirim. Bizler de hasta yakınları olarak çıkmadık canda bir umut diyerek seyrediyor ve çaresizce bekliyoruz. Sonra ne mi yapıyorlar? Hastanın defterini dürüp, hesap kapanmıştır deyip gönderiyorlar…

Bütün bunlar bana hani şu köprülerden müşteri garantili, geçenden geçmeyenden alınan geçiş ücretlerini hatırlattı desem ne dersiniz? Hastanelerin gözünde üzülerek söylemeliyim ki, hastalar sadece ve sadece birer müşteridir artık…

Hatta diyebilirim ki; hastanın öleceğinin bilinmesine rağmen üç hastane gezdirilip, aralarında paslaşarak, “Daha fazla nasıl para kazanılır”ın hesabının yapılması başlıca gayeleri olmuş artık desem inanın abartmış olmam…

Biliyor musunuz; bu yaşananları gördükçe; doktorların hipokrat yemininin içeriğinin değiştiğini ve sanırım “Hastaneye fazlaca hasta kazandırma konusunda çok çalışacağına ve bu konuda ne gerekiyorsa yapacağına” dair bir madde eklenmiş olmalı diyorum artık ben. Yazık yazık bu ülke insanlarına çok yazık ediyorlar… Tabi bu arada bazı güzellikleri de tenzih ediyorum.

Her şeyde yapın tamam da sağlıkta pazarlık yapmayın beyler! Gün gelir sizin de ocağınıza ateşler düşer, pazarlık ettiğiniz işler ayağınıza dolanır, sizin de üzerinizden pazarlıklar yapılır bunu sakın unutmayın! Ve bir de şunu unutmayın ki, yaşattığınızı yaşamadan asla ölmezsiniz!

Yukarıda anlattıklarımdan yola çıkarak son yıllarda şehir hastaneleri diye bir efsane dolaşıyor büyük şehirlerde biliyorsunuz. Gerçi artık efsane olmaktan çıktığını, tamamen hayata geçirildiğini sağır sultan bile duydu orası da ayrı…

Şehir Hastanelerindeki anladığım kadarıyla temel mantık, köprü, tünel, yol gibi projelerde şimdiye kadar uygulanan yap-işlet-devret modelidir. Son yıllarda kamudaki özelleştirmeler gibi “Şehir Hastaneleri” de sağlığın piyasalaştırılmasıdır bir nevi…

Köprü, tünel ve şehir hastaneleri gibi yap-işlet-devret modeli ile ülkenin geleceği ipotek altına alınmakta, aynı köprüden araba sayısı gibi hasta olacak insan sayısı güvencesi vermek, sosyal devletin yapması gereken sağlığın korunmasından ne kadar uzaklaşıyor olduğumuzu göstermektedir.

Bu esasında, sağlık ocaklarının aile hekimliğine dönüştürülmesi durumunda olduğu gibi Devlet Hastanelerinin de Şehir Hastanelerine dönüştürülmesiydi bir bakıma…

Bakalım yaşayıp göreceğiz Şehir Hastanelerinin olumlu-olumsuz yönlerini. Ama benim içim hiç rahat değil onu peşinen söylemeliyim. Ben bu geçişi hızlandırılmış tren mevzusuna benzetiyorum.

Kısaca; alt yapısı sağlam temellere oturtulmadan, insan hayatına getireceği/götüreceği eksi ve artıları araştırılmadan, üstünün cilalanıp, süslenmesi gibi görüyorum bu hastaneleri… Şunu da anti parantez söylemezsem olmaz. Zaten bütün bu değişimler, girişimler her ne kadar sağlıkla ilgili ise de sonuç olarak insan endeksli değil bu yapılanlar maalesef. Burada güdülen amaç; rant, para, hem de daha çok para, hırs, yeni zenginler türetmek sadece…

Yine de diyorum ki, umarım ben yanılırım da kazanan “Ülkemiz” ve “Yurdum” insanları olur. Tabi ki yeniliklere açık olmalıyız, çağa ayak uydurmalıyız. Bizler Allah’ın özenerek yarattığı en güzide yaratıklar olup, teşbihte hata olmaz diyerek, insanız hayvan değiliz, olduğumuz yerde saymamalıyız, yerimizi değiştirmeliyiz, bu elbette bizim elimizdedir.

Ama bunu yaparken de alelacele, yangından mal kaçırır gibi olmasa daha iyi olurdu sanki. Örneğin, özel, tüzel, kamu kısaca tüm halkın görüşleri alınabilirdi mesela.

Örneğin, insana ve insanlığa olumlu/olumsuz yansımalarını gözden geçirerek ve en ücra yerdeki halka bile ulaşıp neden böyle bir şeye gerek duyulduğu anlatılarak hayata geçirilebilirdi. Tabi buradaki niyet “BAĞCIYI DÖVMEK DEĞİL DE ÜZÜM YEMEKSE.”

Tevekkülün zirvesine çıkan İbrahim Aleyhisselam, ateşe atılırken bile tevekkülünü bozmadı. Bunu en güzel Tefriz şiiri bakın nasıl anlatıyor:

Hak şerleri hayr eyler

Zannetme ki gayr eyler

Arif onu seyr eyler

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Vallahi güzel etmiş,

Billahi güzel etmiş,

Tallahi güzel etmiş

Allah Görelim netmiş

Netmişse güzel etmiş.

Neyse efendim bizim şerle işimiz olmaz, olanda hayır vardır diyelim. Bekleyelim ve yaşayıp görelim. Mevlam neylerse güzel eylermiş diyelim ne dersiniz?

Selam ve dua ile…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.