Şehirde yabancılaşmak

Sefer Aşır Eraslan

Mekanları şenlendiren, canlandıran orada yaşayan insanlardır. Nice saraylar, kaşaneler içinde insan yaşamadığı için sessiz ve harabe hükmündedir. Bir şehri de değerli kılan orada yaşayan insanların tavırları, talepleri ve takipleridir. Nice saraylar, hanlar, nice sırça köşkler içerisindekiler yok olduktan sonra gelip gideni olmayan, arayıp soranı bulunmayan bir yıkıntı, bir metruk yer, bir metrukeye dönüşmüştür. Ancak içerisinde yaşayanların neşeli, hayatın zevk alınan cinsten olduğu alelade bir yer, bir gece kondu bile saraylardan bir saray hükmündedir. ”Gönül köşkümüz” denilen gönülden sevenlerin hem birbirini, hem de birlikte yaşadıkları meskeni sevmeleriyle ortaya çıkan maddi değerinden çok manevi kıymeti ölçüye ve endazeye sığmayan yerlerin değeri ne kadar da kıymetlidir. Bir gecekonduyu saray haline getiren sebep de elbette oraya duyulan sevgidir. Orada yaşanılan hayatın mest edici, mekanın da mesut bir yuva oluşu sebebiyledir.

Şehirler de böyledir. Bir şehri sevmek için, herkesin kendisine göre ölçüleri vardır. Kimi para kazandığı için, kimi orada sevdiği bir insanın yaşadığı, kimi  şimdi yok olan eski bir sevdiğinin hatırası olduğu için, kimi mekanın tabii güzelliğinden sever, kimi de başka bir hesapla sever. Daha başka sebepleri de olabilir o mekanı sevmek için elbette. ”Harput’u Hak saklasın bir yârim var içinde” diyen adamın sevmesindeki sebep, sevdiği insanın orada yaşıyor olmasıdır. Çölün ortasındaki bir Mekke ve Medine şehirlerindeki İslami değerleri kaldırırsanız diğer çöl şehirlerinden farkı kalır mıydı? Sevmekten öte orada ölmek için can atanların sayısının hiç de azımsanmayacak kadar olduğu bu çöl şehrini değerli kılan, mukaddes kılan elbette inanç sistemimizin temelinin orada atılması, orada meydana çıkmasıdır. Bizim için  hiçbir değeri olmayan, dünyanın farklı yerlerindeki şehirler, bir başkası için değerli olabilir. Mesela bir Las Vegas şehrinin bir çoğumuz adını dahi bilmezken kumarbazlar için değeri ne kadardır onlara sormak lazım. ”Vatan  gibi diyar, ana gibi yar olmaz” diyen adamın hem ana sevgisi, hem de ana kadar aziz bildiği toprak parçasının yani vatanın kıymeti dile getirilir. Çünkü hem ana hem de anavatan  insanları kucaklar, barındırır, korur ve hayat verir.

Köyden gele adam, bana şehir yabancı, insanlar tanınmadık ve bilinmez, evler alışılmışın dışında” der. ”Her şey bana yabancı hepsi başka biçimde” diye feryad eden şarkıcının bu şehirde bulamadıkları onun bu feryadına sebep olmuştur. Yani yaşadığı alıştığı yerden farklı ve esrarlı olan  bu onu sıkar. Bir Azerbaycan kelam-ı kibarında ”gezmeye  yaban yahşi, ölmeye vatan yahşi” der. Kısa süreliğine elbette yaban ilgi çeker, bağlar kendisine. Ya uzun süre kalınacaksa, işte o zaman sıkar, bunaltır, gurbet olur ona o şehir. İşte şehirde yabancılaşmak, şehirde gurbeti yaşamak diye buna derler. Kendisi gurbette olmasa da o sıkıntı adeta “ ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” dedirtir. Etrafta tanıdığı bildiği olmayan, tanıdık bildik bir yer de olmadığına kanaat getiren adam elbette “her şey bana yabancı, her şey  başka biçimde “diye feryadı basacaktır. Bu şehirden başak bir şehre gidip de oraya adaptasyonu olmayanlar da şehirde yabancılaşırlar. Büyük şehirlerde kaç kişi o şehre yabancıdır, ne kadarı orada kendisini oraya ait biri olarak görür, hisseder. Büyük şehirlerdeki yabancılık daha uzun sürerken, küçük yerlerdeki yabancılık bire bir alakalar daha kolay olacağından kısa sürer. Buraya uzun zamandır göç etmesine rağmen hala kendi şehrinin yemeklerini yapan ve yiyen, hala kendi bölgesinin kıyafetini tercih eden, düğünlerini bölgesindeki usullerle yapan, törelerine bağlı olan adamı bu şehre bağlayan o birkaç metre karelik bir gecekondu veya zemin kattaki apartman dairesinden başkası değildir. Memleketine döndüğü zaman mağarada bile kalsa buradaki gecekondudan veya zemin kat daireden daha refah, daha huzur verici gelir. Esasında huzur veren evin durumu değil yaşadığı ortamdır. Kendi şehrinde yolda karşılaştığı adamla selamlaşır, çocukla şakalaşır tatmin olur. Ama bu büyük şehirde ne selam verip-alan var, ne de samimiyet emareleri var. İnsanlar soğuk, duygusuz ve hodbin… Herkes birbirinden korkmaktadır. Bu korku karşısındakini bilememek ve endişeden ibarettir. Hani Sadi-i Şirazi ”insan yek katre dem, hezar hun est” (insan bir damla kan ve binlerce üzüntüden, endişeden ibarettir)der ya şehir de aynen böyle. Binlerce endişeyi kendisinde barındıran şehirde yaşayanların bu endişelerden uzak olacak tek yer vardır o da geldikleri, göç ettikleri yerden başkası değildir. Geldiği ait olduğu yere tekrar dönememe endişesi, gurbette ölme endişesi, evlatlarının geleceği endişesini bastırmıştır.

Bir şehirde, her gün önünden geçip de hiçbir etkileşim içerisinde olamadığımız mekanların karşısında yabancıların, turistlerin halka olup resim çekmeleri, hatta imkanı varsa kendilerini de o mekanla bütünleştirmek ve ”ben de bu muhteşem mekanda bulundum” demek için resim karesine o şehirden birisini de katarak resim çektirirler.

1983 yılında Kars’a gitmiştim. Otobüste yanıma güzel Türkçe’siyle kibar bir adam oturmuştu. İstanbullu zannettiğim bu adam ABD vatandaşıymış. Sinop’taki ABD üssündeki asker çocuklarına öğretmenlik yapmış. O zamanki Boğaziçi rektörü Semih Tezcan’ın da sıkı arkadaşıymış. Akşam “Çobanoğlu’nun gazinosu” denilen kıraathaneye gidecektim. ”Beni de götürür müsün” dedi. Gündüz Kars Kalesi’ne gideceğiz. Kalenin çıkışındaki yolun ağzındaki koni şeklindeki yapıya Adanalı öğretmen arkadaş “Selçuklu yapısı” derken, ABD’li ”hayır burası bir “ermeni yapısıdır” diye itiraz etti. Sonra etrafını dolaştık. ABD’li harita çıkardı ki  Ermeni yapısı olduğu yazıyordu. Yapının üslubundan da anlaşılıyordu burasının Ermeni yapısı olduğu. İşte uzun yıllardır burada yaşayan bu öğretmen arkadaş şehre yabancıdan öte bir insanken taa ötelerden gelen bu yabancı daha aşinadır, bildiktir, tanıdıktır.

Kırşehir’deki en önemli Selçuklu eserlerinden birisi,  belki de en önemlisi olan Cacabey Gök Bilimleri Medresesi, nam-ı diğer(halk arasında)”Cıncıklı camii”… Her gün namaz kılar, önündeki parkta sohbet eder, hatta bahçesindeki çay ocağında çay yudumlar. Lakin burasının dünyanın en muhteşem, en eski rasathanesi olduğunu, Astronomi medresesi olduğunu bilmez. Adını verdiği ”cıncıklı” kelimesinin karşılığı olan tavandaki, ayın hareketlerinin cam tavanın altındaki kuyuya düşmesinin kontrol edildiği rasat yeri olduğunu bilmez. Burasını bir taş yığını olduğunu sanan adam burasının ne kadar değerli bir bilim merkezi olduğunun farkında olamaz. İşte şehre yabancılık, şehre yabancılaşma dedikleri şey bu olsa gerek.

Kars’taki kalın duvarlı taş yapıların da bir Rus yapısı olduğu kanaatindedir bu adam. Bütün Sovyet yapılarının ortak tarafı, kalın- kaba taş yapılar oluşudur. Bu kaba devasa yapıların anlamı “bu yönetim güçlü, bu devlet kuvvetlidir, bu sistem acımasızdır. Bu sisteme karşı başkaldırırsan ezilirsin. Öyleyse itaat etmeye mecbursun” anlamına gelir. Onların “kent ve yapı estetiği anlayışları” yok muydu? Elbette vardı. Ancak bütün estetik ve zevk anlayışlarından daha önemli olan sistemin gücünü hissettirmek, bu hisle rejime ram olmak birinci tercihtir. Tıp fakültesinden mezuniyet sınavlarındaki mesleki derslerden sınav olup  mesleki yeterliliğin ölçmek yerine ilk önce “ateizm” dersinden imtihan olup ideoloji dersinden başarılı olma şartının getirildiği gibi bir tercih.

Bu arada Şili’nin en büyük şairi, Neruda’nın hatıralarında anlattığı şu tespite kulak vermek lazım. Bir Hristiyan’ın, Budist bir mekan ile bir Müslüman mekanı cami önünde gördükleri, hissettikleri ilginç olduğu kadar manidardır da. Hayatının son zamanlarında, Şili’nin Paris büyükelçisi olarak yaşadığı günlerde bir Fransız gazetesinde yayımlanan röportajında konu dinler bahsine gelince, Hindistan’ı hatırlar ve şunları anlatır: Bir gün Rangoon’da bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken bir Budist tapınağının önünde binlerce insan toplanmıştı. Çamur içerisinde diz çökmüş duruyorlardı. Tapınağın içerisindeki rahiplerle aynı dinden insanlardı. Fakat içeri giremiyorlardı. Bu ne haksızlık! Buda, gücünü harekete geçirememişti. Buna mukabil bana Müslümanlığın daha yakın düştüğünü fark ettim.” Gazetecinin nasıl oldu? sorusuna  şu cevabı verdi.  Oldukça sıcak bir yaz gününde yürürken, karşısına beyaz renkli bir camii çıkar. Biraz serinlemek ve dinlenmek için içeriye girer. Bir süre oturur. Düşünceye dalar. İçeride hiç kimse yoktur. Biraz sonra içeriye birkaç Müslüman girer. Neruda’yı fark ederler. ”Siz Müslüman mısınız?” derler. Neruda, Müslüman olmadığını söyleyince ”burada ne işiniz var” derler. Biraz dinlenmek, düşünmek için geldiğini söyler.”haklısınız burası düşünmeye müsait, dinlenmeye değecek bir yerdir. Yine gelebilirsiniz” derler.

Neruda devamla şunları söyler; “Doğu’da beni en çok etkileyen olay bu olay olmuştur. Bilirsiniz, fillerle yapılan ayinleri, maşlahlarla, ölü kafalarından kolyelerle süslü tanrıça Kalli’yi..Üç-beş kuruşa takla atan rahipleri, bunları hiçbir zaman çekici bulmadım. Oysa susuz bir havuz gibi serin, o aydınlık cami beni çok etkiledi.”

Kendi şehrinin, kendi mabedinin huzurunu ve düşünce ruhunu hatırlayamayan, hissedemeyen yerlilere inat bu yabacının bizim mabetlerimiz karşısındaki duygu yoğunluğunu hayretler içerisinde dinlemek ne hazin. Neruda’nın hatırasından çıkaracağımız netice, nasıl bir mekan yabancılaşması, ne müthiş bir kültür erozyonuna düştüğümüzü anlamak ve dersler çıkarmak… Kültürümüzü, şehirlerimizi, tarihimizi ne kadar tanıyorsak biz o kadar o şehrin mensubuyuz, yerlisiyiz, sahibiyiz.

Sahi her birimiz fert fert yaşadığımız şehri ne kadar tanıyoruz. Birisi bir soru sorup da “şehrinizin neyi meşhur” dediği zaman iki yemekten başkasının adını bilmeyen, tarihinden habersiz insanlar ne kadar oranın yerlisi olabilirler. Yaşadığımız şehre yabancılaşmamak için tarihini, kültürünü, coğrafyasını, folklorunu, törelerini bilmek gerekir. Okullarımızda Kolombiya’nın başşehrinden evvel bunlar öğretilmelidir. Elbette abartmadan, hamasete kaçmadan, gerçekçi olarak, düzgün bir üslupla anlatılmalıdır.

Yıl 1998 senesi… İki yıl evvel Buhara’nın 2500. kuruluş yılı kutlanmıştı. Andican şehri çok yeni olmasına rağmen onlar da 4000.yılını kutlamak istediler. Maksat şehri daha eskilere götürerek hem şehre bir efsunkar hava vermek, böylece şehir hakiminin, valinin gözüne girmek, hem de tarihçilik huşunda otorite olduklarını ifade etmek. İçlerinden bilim haysiyeti olan birkaç adam bu yağdanlığa isyan etmişler ve ”Buhara gibi çok köhne bir şehir 2500.yılını kutlarken bizim 4000.yılı kutlamamız ayıp olur. Duyan herkes güler bu garipliğe” diyerek bir büyük yanlışın önüne geçmişti.

İnsanları şehri tanımak adına böylesine bir yanlışa alet etmek elbette sakat bir zihniyetin eseridir. Bu tür yanlışlıklar da bilmemek kadar tehlikelidir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.