Şu özel hastaneler… Hırsızlığın şahsî muhataplığımız hikâyesi…

Nihat Kaşıkcı

Her alanda çeteleşmeyi içselleştirmiştik. Yetmedi, şimdi bir de Yenidoğan Çetesi çıktı ortaya. Yeni bir ‘gelişme’ mi? Aslında değil. Sağlık sektörüne çöreklenmiş ‘organize çalma örgütlenmesi’, en az 30 senedir yaşanıyor, güzel ülkemizde.

Terör örgütü PKK bağlantıları olduğuna dair emareler de veren Yenidoğan Çetesinin ‘özgünlüğü’, sadece soygun değil, aynı zamanda ‘bebek katliamı’ eylemlerini de yapmış olmasıdır.

Çetenin alçakça icraatları, vicdansızlıkları, devletten çalıp çırpmak için akla hayale gelmeyecek pislikler yapması kamuoyunda bol bol tartışılıyor. Şerefsizliğin insaniyet düşmanlığı haline, bu yazıda girmeyeceğim. Yalnızca, kişisel yaşamışlıklarım üzerinden küçük bir örnek vererek, milletin kaynaklarının ‘devlet’ üzerinden nasıl hortumlandığı, çalınıp çırpıldığı mevzusuna, bir mum gücünde de olsa ışık tutma niyetindeyim.

HİKÂYENİN KISA ÖZETİ

Yıl 2008… Tip-2 diyabet kontrollerim dolayısıyla, Ankara’da o dönem bayağı tanınmış olan bir özel üniversiteye ait hastaneye başvurdum. Önce muayene, testler, tahliller… Sanki ilk defa teşhis konuyormuşçasına ve dahi kobay kullanırcasına dayatılan ‘dozaj çizelgeleri’

Derken, eczaneden ilaç alırken, bir kez muayene yapılmasına rağmen 3 ayrı muayene yazıldığını öğrendim. Benden aldıkları muayene ücreti bir yana, bunun en az 5-6 katını da SGK’dan aldıklarını bildiğimden, hastaneye dönüp, yapılan çakallığın hesabını sordum. Biraz direnseler de, konuyu SGK’ya intikal ettireceğimi söyleyince, muayene kayıtlarından ikisini iptal edip, haksızca aldıkları muayene ücretlerini iade ettiler.

Maceramız bununla bitmiyor; esas şimdi başlıyor. Takibimi yapan doktor hanım, her gittiğimde yeni bir şey çıkarıyor; “Şuna da bakmalıyız, buna da bakmalıyız, şu tahlil ve şu görüntüleme de gerekli, hatta biyopsi ve tomografi de almalıyız…” diyerek, itiraz edemeyeceğimiz ‘güzellikler’ sunuyor bize.

Böylece; 2 yıl önce biyopsi dâhil her türlü tetkike rağmen bir sorun çıkmayan guatrımı tekrar kontrol bahanesiyle, boğazıma 8 iğne saplanmasının yanında, bir de tomografi radyasyonu eklendi.

KALBİNİZ DE ÖNEMLİ; BAKALIM HELE

Yetmedi… Kalpte ritim bozukluğu olduğu bahanesiyle, bir anda kendimi hastanenin acil bölümünde buldum. Her ne kadar ben bir rahatsızlık hissetmesem de, onlar alarma geçti; damar yolu açıldı, serum bağlandı, kan numuneleri alınıp tahlile gönderildi. Doktor ve hemşireler etrafımda dönmeye başladı.

Derken, haber verdikleri kardiyoloji hocası teşrif etti. Tahlil ve tetkiklere baktıktan ve yakın atalarımın ve aile fertlerimin hastalık hikâyelerini sorup dinledikten sonra, ‘sık sık kontrol ve takipte yarar olduğunu’ söyleyerek, beni azat etti.

Tabi, üzerine bir ‘efor testi’ lütfetmeyi unutmadı. O teste de girdik. Koşu bandının maksimum hızına ve meyil düzeyine kadar çıkıp, 12 dakika efor sarf etmemize rağmen, biz değil makine pes etti.

Fakat bizim o üniversitenin hastanesindeki hikâyemiz bir türlü bitmek bilmiyordu. Sürekli kontroller… Yeni yeni ilaç ve doz deneme girişimleri… Yüksek dozda insülin tetikleyici ilaç kullanımına bağlı yaşadığım halsizlik ve bilinç kaybı benzeri belirtiler…

Sonunda meseleyi ‘idrak’ ettim. Üniversite hastanesi, üzerimizden SGK’yı, yani devleti, yani milleti soymak için, bizi ‘daimî müşterisi’ haline getirmişti. Sürekli yeni tanı arayışları, ilave tahliller, tetkikler, radyasyon yükleyen görüntülemeler…

Elimize bir liste verilmediğinden, bize yaptıkları gerekli-gereksiz işlemlerin dışında, yapılmamış hangi işlemleri ve kullanılmamış hangi tıbbî malzemeleri de listeye eklediklerini bilmiyordum. İlerleyen yıllarda tanık olduğum ‘işlem listelerinden’, özellikle yatışlı tedavilerde, kullanılanların yanında, kullanılmayan nice malzeme ve ilaçların da ‘tahsilat listesine’ eklendiğini gördüm.

SOYGUN ÇARKI

Lafı uzatmaya gerek yok. Kişisel tanık olduğum özel hastane çakallıklarının çok daha vahim boyutlarını, meslekî hayatım boyunca gördüm. Erkek hastalara ‘sezaryen ameliyatı’, kadın hastalara ‘prostat tedavisi’ uygulamaları gibi, hırsızlığın da bayağılaştırıldığı örnekler oldu.

Hâsılı kelam, özel sağlık kuruluşları üzerinden kurulmuş bir soygun çarkıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu mesele, sadece Yenidoğan Çetesi ve çetenin öldürdüğü bebekler bağlamında ele alınırsa, hâlihazırda devam eden hırsızlık düzeni sürüp gidecek.

Çok tepki alacağımı bilerek ifade edeyim: Özel hastanelerin, bu ülkenin sağlık hizmetlerine, makul ve maliyetiyle uyumlu bir katkı yaptığına inanmıyorum.

İstisnaları varsa onları tenzih ederek söylüyorum: Bu ülkede özel hastane kurmanın amacı; hem Sosyal Güvenlik Kurumu’nu, hem de ‘iyi otelcilik ve teşrifat hizmeti sundukları’ hastaları soymaktır. Yani hırsızlıktır. Yani ahlâksızlıktır.

Çetenin elebaşı olan doktor, aylık 400 bin TL geliri olduğunu beyan ediyor. Ona ve diğerlerine bu parayı verecek özel sağlık kuruluşlarının, devleti ve hastaları soymamaları zaten teknik olarak mümkün değil. Tabi, asgari ücretin 17 bin TL olduğu bir ülkede, 400 bin TL maaşın ne menem bir şey olduğunu da okuyucumuzun vicdanına havale ediyorum.

Radikal kanaatimi de belirteyim: Devleti soyma eylemi tespit edilen özel sağlık kuruluşları, derhal ve ‘bir daha açılamayacak şekilde’ kapatılmalı…

Düzgün çalıştığı varsayılan özel hastanelerle olan SGK sözleşmeleri de iptal edilmeli… Sonrasında, kim özel hastanelerden ‘iyi otelcilik ve teşrifatçılık hizmeti’ almak istiyorsa, bedelini kendisi ödemek suretiyle gitsin alsın.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.