Yine bir yaz mevsiminin sonlarına yaklaştığımız şu günlerde hüzün ayı denilen Eylül ayını yarılamış bulunuyoruz. Hani diğer aylarda mutluluktan gebermişiz gibi haksızlık ettiğimiz Eylül ayı…
Bu durum biraz da beni anlattığı için size aktardım. Kafa bi dünya, bakmışım yeniden başa dönmüşüm. Bu kısır döngü, bu sarmal, bizi sara sara nereye kadar gidecek inanın ben de bilmiyorum.
Neyse yine de yaşamak güzel, umut ve de hayal etmek ondan da güzel. Varsın hayat istediğimizi vermesin ya da verene kadar bize dokuz doğurtsun… İsterse hayat bu konuda elinden geleni ardına koymasın, o bildiğini yaparsa biz de bildiğimizi yaparız, göreceğiz bakalım el mi yaman, bey mi yaman!
Sevgili dostlar, hayat bazen her şeyi bize altın tepside sunmuyor maalesef. Öyle anlarımız olur ki, gümüş veya bakır tepside bile sunsa “Eyvallah” diyeceğiz ama o da olmuyor.
Bırakın herhangi bir tepside sunmayı, kendin almak için uzansan, eline öyle bir tokat yersin ki inanın elinizdekiler de yerlere saçılır… Sonuç, pirince giderken evdeki bulgurdan olma durumu iyi mi?
Ama olsun onlar da hayatın tadı, tuzu, baharatı değil midir? O tür olaylar sayesinde biz biraz daha pişmiyor muyuz? Olgunlaşıp hayata karşı daha dirençli olmayı öğrenmiyor muyuz?
Hayatımızda bir şeyler oluyorsa ya da hayatımıza birileri giriyorsa hiç boşu boşuna olmadığını biliyor olmamız gerekir artık. Zaten yaşamımızda inişler çıkışlar var ise yaşıyoruz, değilse yaşamıyoruzdur. Kalp atışlarının oluşturduğu ve yaşam belirtisi olarak çizdiği zikzaklar misali yani. Bunu da çoktan öğrenmiş olmamız lazım. Bence, tek düze hayat da kesinlikle bir nevi işkencedir… İşte bu yüzden ben tevafuka çok inanırım. İnsanlar birilerinden bir şey bulup, görecekse onu bir şekilde Rabbimin kişinin karşısına çıkardığına inanırım…
O yüzden her şey işin latifesi bence Allah’ın bize lütfettiği ayların hepsi güzel… Düşünsenize sonbahar ayının kendine has güzelliğini… Yaprakların döküldüğü anda doğadaki o renk cümbüşüne mutlaka şahit olmuşsunuzdur. Şöyle düşününce bu durum, insanın ömrünü bir yıla sığdırmış gibi gelmiyor mu size de?
Bunu şöyle anlatayım isterseniz: Bahar gelince yaprak vereceğim, meyve vereceğim diye, tıpkı karınca gibi uğraş, çabala yazın oh ne ala ağustos böceği misali bir saz çalmadığın eksik; sonra bir de bakmışsın ki, aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünüyor.
Önce sonsuz emek verdiğin, gözün gibi baktığın meyvelerin gider, tek tek toplarlar seni… Sonra bakmışın el emeği göz nuru döktüğün yaprakların sararmaya, yer yer kızarmaya, hatta bazıları kararmaya başlar. Sen dersin ki “Aman Allah’ım neler oluyor, yoksa kıyamet mi kopuyor?” Sen ne dersen de korkunun ecele faydası yoktur ve o canım yaprakların tek tek yerlere düşer artık. Sanki evlatlarını kaybediyorsun gibi gelir sana. Şöyle bir için çekilir, adeta köklerinden topraklar kayıp başka bir yerlere gidiyormuş gibi olursun. İnsanlar canım yaprakların üzerine acımadan basıp geçerler. Ve kaçınılmaz son çıkagelmiştir.
Sonra çok güzel bir şey görürsün ve gözlerine inanamazsın. İki genç ellerinde bir fotoğraf makinası seni ve yere düşen o canım yapraklarını hatta diğer arkadaşlarını çekiyorlar… Adeta o anı, seni ve diğer arkadaşlarını ölümsüzleştiriyorlardı. Baktın resim çekenlerin sayısı giderek artıyordu. Ve sen bu duruma çocuklar gibi sevinirsin. Nasıl sevinmezsin ki; her şeyden ümidini kestiğin bir anda birden “Çıkmadık canda ümit her zaman vardır” diye gelir aklına. İşte aniden doğan bu ümit, devasa bir ışık olarak senin içinden çıkar ve bütün doğayı aydınlatır. O an sanki mevsim sonbahar değil adeta ilkbahara dönüverir.
İşte o zaman şöyle bir mağrur bakış atarsın etrafına. “Hey na’ber benim de güzel yanlarım varmış gördün mü?” edasıyla salınırsın. Salındıkça dalındaki diğer yaprakların da dökülüverir yerlere…
Olsun sen artık eskisi gibi üzülmezsin bu duruma. Çünkü sen güzelliğini bir kere görmüştün ya, ölsen de sana gam değildir artık. Tabi o iki gencin neden senin hayatına girdiğini, sadece sen biliyorsun ve bıyık altından sessizce gülüyorsundur.
Hem bahara şurada ne kaldı ki… Nasıl olsa çocuklarına, hem de meyveleriyle birlikte tekrar kavuşacaksın zaten! O anda içinde yaprakları solmamış, yeni yeşermiş bir fidan olduğunu fark edersin. İşte onu kaybetmemek içindir bundan sonraki tüm uğraşın. Varsın yaprakların sararıp, solsun, hatta kapkara olsunlar… Ama içindeki o fidana dokunmasınlar istersin. Laf aramızda zaten onca kalabalığın ve hengâmenin arasında bunu hiç kimse de fark etmez merak etme sen!
Evet sevgili dostlar; bir ağacın sonbahara kadar olan ve insan ömrünü anımsatan hikayesini anlatmaya çalıştım. Biz de bu ağaç gibi olalım ve içimizdeki çocuğu öldürmeyelim derim ben. Hatta o çocuğu zaman zaman çıkarıp mutlu olmak istediğimizde ilaç niyetine, sabah, öğle ve akşam olmak üzere günde üç kere alalım ki biz de etrafa ışığımızı yayalım. Ama saatinde, kararında ve yerinde almayı unutmayalım. Biliyoruz ki her şeyin fazlası vücuda ve çevreye zarar teşkil eder.
Evet, canlar bu hikâyeden ne çıkardık derseniz ben derim ki; “HEP UMUT VAR OLMALIYIZ…”
Unutmayalım ki; her son bir başlangıçtır! Vesselam!