Sibel Ünli, bunalımda olan geçlerden sadece bir tanesi… İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi 3. Sınıf öğrencisiydi. İntihar ettiğinde “Gidecek bir yerim yok, yaşayacak bir hayatımda” diye not düşmüştü sosyal medyaya. Özellikle son paylaştığı “Bir liraya karnımı doyurabilir miyim enter?” “Yemekhane kartımda sadece bir lira kırk kuruşum var” mesajı trajik bir durum olduğundan daha ön plana çıktı. Ancak psikolojik hastalığı olduğu, bu nedenle Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde tedavi gördüğü ailesi tarafından belirtilmişti. Ayrıca ailesi fakir olmadıklarını da belirtmişti… Arkadaşları tarafından dalga geçildiği, pek dikkate alınmadığı bu nedenle psikolojik sıkıntılar yaşadığı önceden attığı mesajlarından anlaşılıyor. Bu yavrumuz öyle bir boşluğa itilmiş ki bu yaşadığı boşluğu bazen gayri meşru yöntemlerle gidermeye bile çalışmış. Bir kedinin yüzünü güldürdüğü bu kardeşimizi bir insanlık güldürememiş anlaşılan.
Ne olursa olsun Sibel Ünli yavrumuzun her yönden aç olduğu kesindi. Belki de ruhi problemlerin asıl sebebi de buydu. Toplumun bilinçsizliğinden, vurdumduymazlığı ve cehaletinden kurtulup adımını attığı yüksek okulun mürekkep kokan sınıf ortamı ve eline aldığı kalın kalın kitapları da derdine derman olamamış Sibel Ünli’nin. Hâlbuki 1 yıl sonra yüksek diplomalı biri olacaktı. Sokakta bulamadığı şeyi üniversite vermesi gerekirdi oda veremedi, olmadı.
Okullar insanın zihnini meşgul eden kafasını daha da anlamsız şeylerle yoran, yük üstüne yükler yükleyen kurumlar olmamalı. Bilinmeyenleri bildikçe insan, hayatın güzelliğini ve kâinattaki kıymetini anlaması gerekir hâlbuki. Anladıkça anlaşıldığını zanneden insan daha rahat ve huzurlu olur. Yani kültür seviyesi yükselen toplumlar daha huzurlu olmalılar. Ancak olamıyorlar maalesef. Üniversitenin kampüsünde bulunan bir ağaca kendisini asıp intihar eden gençlerin onlarca haberini duymuşsunuzdur. Okula girerken normal, çıktığında anormal bir ruh haletine bürünen gençlere yazık değil mi? Bu nasıl bir kariyer anlayışı ki, insanların psikolojisini bozuyor. Üniversitelerde ki olaylar her milletin en çok korktuğu, kutuplaşmanın en fazla yerler olduğu tecrübeyle sabittir.
Çünkü teşhis yanlış koyuluyor hastalıklara. Tedavi kar etmiyor. Okumaktaki asıl maksadın ne olduğu bilinmiyor. Yıllarca okuyup iş bulmayı, aş, ekmek sahibi olmayı, bir makamın koltuğunu tutmayı hayallerine yerleştiren gençler hedeflerine ulaşamayınca daha da huzursuz oluyorlar. Okulun en yükseğinde incelenen sanatı, en teferruatlı bir şekilde öğreniyorsunuz ancak onu, yaratan Allah’a mal etmiyorsunuz. Çok basit bir şeyin üzerine düğüm üstüne düğüm vuruyorsunuz. Sonra çöz çözebilirseniz. Tek bir kelime üzerine bütün formüllerinizi kursanız her şeyi çözüp rahatlayacak, kurtuluşun kapısını aralayacaksınız. O kelime Allah’tır Allah. Allah, deseniz her ilmin başında ve sonunda okulu bitirip iş sahibi olmanıza gerek yok, orada peşinen ruhunuzu doyurmuş oluyorsunuz.
Çocukların eğitimi ailede başlıyor sokaklardan etkileniyor okullarda nihai hedefine ulaşıyor. Etkili olmayan okullar nedeniyle ailelere ve ferdi olarak her Müslüman’a çok görevler düşüyor. 1 liraya karnını doyuramayan evladımız için üzülüyoruz, ruhunu bir çift sözle doyurmaya hazır olan insanlar için ne yapıyoruz? Hâlbuki ruhun açlığı daha zor ve acınası bir durumdur. Ruhu tatmin, gönlü rahat olan, kendini rabbine teslim eden, bu dünyaya gönderiliş gayesini bilen insanın mide açlığı ıstırap vermez. Kendinde gördüğü, eksiklik zannettiği şeyler nedeniyle üzülmez. Böyle insan bilir ki; tevekkül en büyük ilaçtır, üstünlükte yüz güzelliğinde değil, takvadadır. Açlığımız, midemizden çok ruhumuzdadır. İmanımızı hayatımıza hâkim hale getiremeyişimizdedir.
Şimdi ruhu aç olan bir evladımız milyonların sahibi olsa, en güzel yemekleri yese, en güzel elbiseler giyip, okula özel arabasıyla gelip gitse huzurlu olabileceğini mi zannediyorsunuz. Araştırmalar gösteriyor ki en çok huzursuz olanlar en zengin olanların arasından çıkıyor. Hâlbuki huzursuzluğun sebebi zenginlik değil, o zenginliği verende huzuru aramak yerine bizzat sahip olduklarımızda aramaya çalışmaktır. Demek ki mesele güzel yüzler iyi elbiseler sahip olmakta, konforlu evlerde oturmak değil, fıtrata uygun şeylerle ruhumuzu doyurmak, yaratanın sevgisiyle kalbi tatmin etmekten geçiyor. Yani inanmak ve inancının gereğini yerine getirmekten… İman bize der ki; kimseyi hor görme, başkalarında kusur aramak yerine kendi kusurlarına yoğunlaş, kendin için istediğini kardeşlerin içinde iste, kendine reva görmediğini kimseye reva görme! Kardeşini kendine tercih et! Başkasının derdiyle dertlen, onlara kol kanat ger! Kimseyi hakir görme, düşeni tutup kaldır! Suç işleyene değil, suçlara düşman ol! İnsanları günahları nedeniyle sırtını dönme! Hakkı hakikati anlat herkese! Sana el açanı geri döndürme; sana gelen ölü kalplerin dirilmesine vesile ol!
Evet, hayat boşluğu kabul etmiyor. Siz çocuklarınızın zihnini hak ve hakikatle doldurmasanız başkaları hem farklı şeylerle orayı doldurarak hayatları kendi idealleri uğruna esir hale getiriyor, ölümlerini bile ideolojilerine alet diyorlar.
Bu kardeşimizin bu hazin sonuna bakıp herkes akbabalar gibi farklı menfaat devşirmenin peşine düşmüş durumda. Kendini “Anarşik Gençlik” diye tanımlayan gençler kapitalizmi yererken, 1 liralık fırsatı, üniversite rektörlüğünü karalama, iktidarın söylemlerine malzeme yapanlarda oluyor. Bu evladımızın sosyal medyada votka içelim mesajını kullanıp acınacak halinin olmadığını ima edene, intiharın büyük günah olduğundan dem vurana kadar bir sürü fırsatçı…
Ancak ne olursa olsun şunu görüyoruz ki; hala adetlerimiz değişmiş değil. “Düşene bir de sen” vur anlayışı hâkim. Denize düşüp yılana sarılmaya çalışana tutunduğunun yılan olduğunu anlatmak yerine seyretmekle yetiniyoruz. Koşa koşa ateşe giden birisi için gitme diye haykırmak yerine görmemezlikten geliyoruz. Karanlığa bir mum yakmak gerekirken küfrederek ömrümüzü geçiriyoruz.
Selam ve dua ile…