Öyküleri ile büyüdüğümüz Ömer Seyfettin, 1884 yılında doğup 1920 tarihinde vefat etmiş, 36 yıl yaşamıştır.
Bu kısa yaşamına rağmen verdiği eser sayısı ve hacmi ile büyük edebiyatçılarımızdan birisidir.
Babası Kafkas kökenli alaydan yetişme sert bir asker. Annesi İstanbullu ve nüfuzlu bir aileden, yumuşak ve müşfik… Ömer Seyfettin de bu iki özelliği birden görmemiz mümkün.
Ömer Seyfettin döneminin hengamesini bütün karmaşıklığı ile yaşar. Cumhuriyeti kuracak bir kuşağın siyasetten ve ekonomiden ne anladığını, din, millet, çağdaşlık, eğitim, kadın konularında neler düşündüğünü öğreniriz ondan. Görüşleri Ziya Gökalp’ın görüşleridir ama özellikle öykülerinde bu görüşlerin, şehir olsun kırsal olsun, okumuş olsun okumamış olsun, ülke insanında nasıl ete kemiğe büründüğünü, hayata nasıl katıldığına dair müthiş tanıklık vardır. Zannım o ki sonraki bütün öykücülerin -50 kuşağı bunalımcıları hariç- referansıdır Ömer Seyfettin. Genç Kalemler dönemi Balkanların en hareketli yıllarıdır. Bölgede çeşit çeşit milliyetçilikler cirit atmaktadır. Osmanlı aydınları parçalanma tehlikesine karşı arayış içindedirler. Bunlardan birisi de Türk Milliyetçiliğidir. “Bomba” bunun ilk örneği sanırım.
“Genç Kalemler” Eylül 1912’de kapanır. Hemen bir ay sonra Balkan Savaşı başlar. Peşinden Birinci Dünya savaşı ve ardından teslimiyet…
Sonra “ Yeni Mecmua” çıkmaya başlar. Otuz iki aylık bu dönem Ömer Seyfettin’in en verimli dönemidir. Bu dönemde yayınlanan öykü sayısı doksan sekiz. Yeni Mecmua önemlidir. Giderleri Genç Kalemler ve İslam Mecmuası gibi İttihat ve Terakki karşılanan bir dergi… İttihatçılığını bu sefer Ziya Gökalp çizgisinde sürdürür Ömer Seyfettin. “Üç Nasihat” gibi “Binecek Şey” gibi halk edebiyatından alınmış öyküleri bu dönemde yazar. Keza “Eski Kahramanlar” üst başlığı altında toplanmış on bir öykü. Ferman, Kütük, Pembe İncili Kaftan, Başını Vermeyen Şehit, Diyet, Teke Tek… Bu hikâyelerde hep aynı örnek kahramanlar yer alır. Dürüst, ahlaklı, minnetsiz, dindar ve Türk…
Yeni Mecmua dışındaki dergilerde ne yazdı ise burada da aynı şeyleri yazmıştır hemen hemen. Peşine düştüğü kimliğe farklı vurgular yüklediği söylenebilir. Masallardan faydalanır örneğin. Kimi öykülerini atasözleri ile başlatır ve öyküleri atasözlerine göre düzenler. Sanırım halk terbiyesinin kimlik için gerekliliğini belirtir böylece. Bu taşra saygısı boşuna değildir. Bu bilinci ve tam Anadolu İhtilali öncesi bu yöneliş önemlidir. Ömer Seyfettin’in Tanzimat ve giderek oluşan II. Meşrutiyet eleştirisi de bu noktada yeni bir anlam kazanır. Tanzimatçılar/ Yeni Osmanlılar Fransa’ya gittiler.
Meşrutiyetçiler/ Jön Türkler/ İttihatçılar ise Almanya’ya. Bu gidişler göz ardı edilecek semboller değilse eğer, Ömer Seyfettin’in Anadolu’ya yönelişi de göz ardı edilmemeli. Ömer Seyfettin, “Ülkücü”, “Milliyetçi” bilinir. Bunları fazlasıyla doğrulayan öyküleri var ama onlarda bile “din”, “mazi”, “gelenek” ihmal edilmez. Ömer Seyfettin millet sözcüğünü Ziya Gökalp gibi o eski ümmet anlamını unutmadan kullanır. Dilde sadeleştirme konusunda da Ömer Seyfettin’i Öz Türkçecilerle karıştırmamalı. Nurullah Ataç gibi Öz Türkçeciler dilde bulunan Arapça ve Farsça kelimelerin sadece kurallarını değil bu kelimeleri de atmak taraftarıdırlar. Ömer Seyfettin ise sadece tamlamaların atılması kelimelerin kullanılması taraftarıdır. İmparatorlukta Tasfiyecilerden başka eski dil taraftarı Fesahatçiler de var. Bir de mutediller var. Bunların başında Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip gelir. Ziya Gökalp’ın şu dörtlüğü neye karşı, neye taraf oldukları hakkında bize yeterli bilgiyi verir. “Uydurma söz yapmayız./Yapma yola sapmayız,/ Türkçeleşmiş, Türkçedir, /Eski köke tapmayız.”
Ömer Seyfettin’in dili sadedir. Klişeden öte bir niteleme bu. Gücünü bu sağlam dil anlayışından alır.
Ne mutlu bize ki, hem öykülerin hem de bu dilin çocuklarıyız. Vefatının 100. Yılında Ömer Seyfettin’i rahmetle anıyorum…