Dil öğretimi ile aynı zamanda bir milletin kültür aktarımı da yapılacağından işin boyutu ve önemi iyi kavranılmalıdır. Böyle davranılarak daha düzgün bir kullanım öğretilmelidir. Türkçe öğretiminde aşırılıklara kapılarak, kendi özel anlayışımızı başkalarına da öğretmeye kalkarsak doğru bir iş yapmamış oluruz. Yani maksat hasıl olmamış olur.
Dil öğretimi yapılırken önce dikkat edilmesi gereken hususlar şöyle sıralanabilir: Öğrencinin dili ile ana dili ile Türkçe’nin yakınlığı var mı? Yani ortak kelimeler kullanılıyor mu? Muhatabın mensubu olduğu kültür ile Türk kültürü arasında benzerlikler var mı? Aynı medeniyete mensup insanlar mı? Dili aynı kökten, medeniyeti, kültürü, töresi aynı kaynaktan gelen insanlara Türkçe öğretimi hem daha kolay hem de sağlam olacaktır. Bize yakın bir medeniyete mensup olanlarla dilimiz aynı kökten gelmese de inancımız gereği kullandığımız ortak kelimeler olacaktır. Bu da öğrenmeyi kolaylaştıracaktır. Bir Azerbaycan Türk’üne Türkçe öğretmek elbette son derece kolaydır. Hem dilimiz aynı kökten gelmekte, hem aynı medeniyetin, aynı kültürün ve aynı törelerin mensubuyuz. Özbekistan ve diğer Türk cumhuriyetlerinde de durum aynıdır. Özbeklerle dilimiz aynı kökten ancak Çağatay kolundan olan Özbeklerle de anlaşmak zor değildir. Türkçe öğretmek de zor değildir. “Zor” kelimesi Özbekçede, “güzel mükemmel, hoş” anlamlarında kullanılır. Bu bile kolaylığı ifade eder. Özbekçe’deki Arapça ve Farsça’dan gelen kelimelerin bizim de kullanıldığımızı düşünürsek ortak kelime sayısı artar. İşte aynı inanca sahip insanlara Türkçe öğretmek bu sebeple diğerlerinden daha kolaydır. Aradaki tek mania farklı olan durum alfabe farklılığıdır. Bunu da konuşmadaki bu uyum ve kolaylıkla çabukça ortadan kaldırmak mümkün olacaktır.
Türkçe ile aynı dil gurubuna mensup olmayan, insanların aynı kültürün ve aynı medeniyetin mensubu olmadıkları durumda, Türkçe öğretimi elbette kolay olmayacaktır. Başta telaffuz, daha sonra mana ile alakalı anlama kavrama problemleri çıkacaktır. Kelimelere verilen tepki sadece söylemlerde değil kafasında canlandıramadığı karşılık sebebiyle öğrenmek elbette daha uzun zaman alacak ve kolay olmayacaktır. Lakin teknoloji ihraç eden ülkelerden birisine Türkçe öğretmek elbette diğerlerinden, hiç alış-veriş yapmadığımız ülkelere mensup olanlardan daha kolay olacaktır. Bilgisayarı veya TV’yi veyahut da cep telefonunu aldığımız teknoloji devi ülkenin dilini zaten o aldıklarımızın kullanım kılavuzunu okurken veya kullanırken mecburen öğreniyoruz. Bu aynı zamanda teknoloji ihraç eden ülkelerin lehine bir kültür emperyalizmidir. Varlığınızı teknolojiyi satarken kazandığınız paradan daha kıymetli olan dilinizi öğrenme mecburiyetinde bırakarak da sağlamış oluyorsunuz.
Yabancılara Türkçe öğretiminde en etkin metodun görme-işitme metodu olduğuna inanıyorum. Çünkü şarkılardaki sözlerin ne anlama geldiğine bakmaksızın, anlamaksızın ezberleyen, müziğin de etkisiyle coşan genç hem gittiği yerde mırıldanıyor hem de varsa o şarkı söylenirkenki dans ve figürleri düşünerek tekrarladığı için unutması zordur. Unutulması muhtemel kelimeleri de böylece hatırlıyor. Bir araştırma da bunun doğruluğunu ispat ediyor. Diğer husus olan görerek örenmede de bir sinema filmindeki sözleri, hareketlerle eşleştiren genç hem telaffuzu düzgün yapabiliyor, hem de ne manaya geldiğini kavramakta zorlanmıyor. Şarkının ritminden dolayı anlayamadığı telaffuzu buradaki tek tek yapılan konuşmalarda daha kolay anlayabilmektedir. Bir diğer öğrenmeyi kolaylaştıran sebebin de TV’de haberleri seyreden insanın orada da sakin ve yavaş yavaş söylenen kelimelerin hem mana hem de telaffuzunda zorlanmadıklarına şahit oldum. Okuma, ezberleme gibi tekniklerin daha sonra gelmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü hem çabukça unutuluyor hem de ilk başta zorluklarla karşılaşılıyor. Hatta gramer kurallarının en sonda her şey öğrenildikten sonra öğretilmesinin lüzumuna inanmaktayım.