Babamın sevdası memleket; Bizimse babamdı…
Pek çok ülkede, her yıl, Haziran Ayının üçüncü Pazar günü, BABALARIN şerefine kutlanan bir özel gün… BABALAR GÜNÜ. Annelerinin yokluğunda,...
Yayınlanma:
Güncelleme:
Pek çok ülkede, her yıl, Haziran Ayının üçüncü Pazar günü, BABALARIN şerefine kutlanan bir özel gün… BABALAR GÜNÜ.
Annelerinin yokluğunda, 6 çocuğunu tek başına büyüten bir Amerikan İç Savaşı Gazisi’nin Kızı Dodd’un düşüncesi olarak başlayan ve ilk kez 19 Haziran 1910’da Washington – Spokane şehrinde, sonrasında ise -tüm dünyada-her yıl Haziran ayının üçüncü Pazar’ı kutlanmaya başlamıştır; Babalar Günü.
Tarihçesi böyle olan bir günün, elbette herkes açısından farklı bir anlamı vardır; tıpkı benim açımdan olduğu gibi.
Hepsi birbirinden kıymetli birçok gazete ve dergiden köşe yazarlığı teklifi aldım. Ancak yoğunluğum sebebiyle hep teşekkür etmiştim.
Bu defa baba dostu Avşar Cihan Hoca’nın, güler yüzlü-dost sözlü teklifiyle yazmaya karar verdim. İlkyazımı da memleketimize hizmet yolunda hayatını kaybetmiş, kiminin BAŞKANI, kiminin HOCASI, kiminin DOSTU, kiminin YOL ARKADAŞI, Kırşehirli merhum Turgut ASLAN’ı yazmaya çalışarak başlamak istedim.
Düşündüm!
Nasıl başlarım diye…
Her şey de ilk olarak aklımıza gelen internete, babamın ismini yazmayalı 10 yıl 6 ay olduğunu fark ettim.
Birden aklıma, rahatsızlandığı gecenin akşamında kıydığı nikâh törenindeki birlikteliğimizin son resmi geldi. O anın son olduğunu bilmediğim fotoğrafımıza da bakmayalı 9 yıl 8 ay olmuştu. Hastaneye kaldırılma anı ile birlikte çektirdiğimiz fotoğrafın arasında, 3 saat 36 dakika vardı. Bu fotoğraf; hep yanımda, beyaz kapalı bir zarfın içinde ve benimle birlikte her yere gitmesine rağmen 9 yıl 8 ay boyunca hiç açamamıştım. Taa ki hatırlanmak üzere Ankara’da tertip ettiğimiz toplantıda, anılarını resimle canlandırmak istediğimiz ana kadar.
Koç katımında; biri hazin damı olan, iki göz bir evde doğmuş, Turgut ASLAN. Kendisinden 5-6 yaş büyük bir bacısı, bir anası, bir de babası olmak üzere 4 kişilik bir çiftçi ailesiymiş. Anası Kaman’ın Ömerhacılı’da komşularının işine gider; babası da ırgatlık yaparmış. Hayatı hep mücadeleyle geçmiş. Ömerhacılı’nın -sürekli- yaşamını da köyde sürdüren emsallerinin arasındaki ilk ve neredeyse tek okuyanıdır.
En büyük isteği okumaktır. Önce; anasının komşu işinden- babasınınsa ırgatlıktan kazandıklarının küçük bir kısmı ile Öğretmen Okulu’nu bitirmiş, sonra “bu bana yetmez ana” demiş –yetinmemiş-yazın Ömerhacılı’da çalıştırdığı kahvenin geliri ile Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiş. O yıllardan bellidir fıtratındaki liderlik! Verdiği mücadele boyundan büyüktür, yüreğinden taşkın.
Memleket sevdasıyla yanan yüreğini derin bir mücadelenin içinde bulmuş. Öğrencilerine sadece öğretmen değil aynı zamanda bir baba gibi olmuş. İlk görev yeri olan Mardin’in “kuş uçmaz kervan geçmez” ilçesi Savur’da başlamış öğretmenliğe. İlk maaşını büyük bir sevinçle “ÖLDÜĞÜ SÖYLENEMEYEN BABASINA GÖNDERMİŞ.” O daha ilk görevinin ilk maaşını almadan ölmüş babası. Ana yüreği işte. Bir yandan evinin direği oğlunun ne kadar geç üzülürse o kadar iyi olur düşüncesiyle, bir yandan da, yol bel yok atın arabanın olmadığı bir dönemde nasıl gelir kaygısıyla söyleyememiştir dağlanan yüreğinin derdini. Daha da çok memleketi saran terör belasıdır korkusu. İşte “olmaz olasıcadır” bu ANA YÜREKLERİ.
Yaz tatili olmuştur. Anası dört gözle beklediği Durgud’una kavuşmuş ama yüreğindeki yangını yine anlatamamıştır ÖKSÜZ oğluna. Köyün Öğretmen Durgut Hocası dolmuştan indiğinde gözleri ilk kendisiyle gururlanacak babasını aramış, ama anasının “Baban Kürde mal götürdü” sözüyle birazcık yıkılmıştır. Bu böyle olmaz diyen köyün ileri gelenleri toplanmış, kendi tabiriyle “dünyanın başına yıkıldığını” hissettiği anı yaşamıştır. Artık cenazesine bile gidemediği babası yoktur. Turgut Hoca ailenin “Öksüz Reisi” olmuştur. Konuşmamış aylarca ne bacısıyla ne de anasıyla. Yüreği harman yeriyken dönmüş yangın yerine. Sığdıramamış koca köye kendini. Acıyan yüreğini çekmiş sinesine, düşmüş vatanına olan sevdasının peşine. İki sevda; biri Anası, Biri Vatanı. Hiç çıkmamış yüreğinden
Bir yandan anasını nasıl tek bırakacağını düşünürken öbür yandan vatan borcu olarak gördüğü “Kuş Uçmaz Kervan Geçmez” yerde yaşayan öğrencileri gelmiş aklına. Vatana hayırlı evlat yetiştirmek için destek vermiş hep Analara.
Zaman geçmiş, ilk göz ağrısı olarak anlattığı Mardin’den dönerken köyüne, Ömerhacılı dolmuşunun içinde ön koltukta oturan bir kız görmüş. “Mühim birinin kızı” diye geçirmiş içinden. Babasının yokluğundan duyduğu acı, memleketine olan sevdasının yanında bir de bu sevda eklenmiş deli yüreğine oracıkta. Köyde anasına sormuş bu kızı. Anası “Oğlum, o kız Demirci Sefer Ağan’nın kızı, nasıl olacak?” dediyse de dinlememiş kanı deli akan bu YİĞİT. Tek başına gitmiş Sefer Ağa’ya. Halamın deyişi ile “Durgut’a herkes kızını vermek isterken”, Turgut, köyün Muhtarı, Postacısı Demirci Sefer Ağa’nın evine gidip “Allah’ın Emri” kızını istemiş. Sefer AĞA önce çok şaşırmış ama kırmamış sonrasında çok sevdiği bu YİĞİDİN cesaretini. Eve gelip “Ben kız istedim, başlık işini de hallettim” dediğinde anası da bacısı da şaşmış kalmış bu işe. Bir gün önce ismini öğrendiği kız “Rahime” bir gün sonra Turgut’un sözlüsü; Türküleri de GÖNÜL DAĞI olmuş. Sonrası; üçü Avukat, biri Doktor, Biri Mühendis- Öğretim Üyesi, Biriside Eczacı olan 6 kız çocuğunun dünyaya geldiği tam kırkyıllık hayat arkadaşlığı olmuş.
Bu hikâyeyi Ebemden dinlediğimde hayranlığım bir milyon daha arttı Babama. Babam olmasından duyduğum gururun tarifsiz büyüklüğü kadar, acımın derinliği de dipsizleşti içimde…
Gözüm kapanırken kitaplarının başında gördüğüm bu adamı, gözümü açtığımda ise alnı secdede gördüm hep. HAYRANDIM.
Zaten bir defa uyurken gördüm, oda SON oldu…
Çocukluğumda hayran, gençliğimde “Ben daha iyi biliyorum ama yine de seviyorum” dediğim bu adama anne olduktan sonrada AŞIK olduğumu anladım. Bu öyle bir sevdaydı ki; birazı Mevlana’nın Şems Tebriz’iyle muhabbeti gibi, birazı Mustafa Kemal’e hayran Asker gibi. Kalanı da her şeyi doğru bilen “HOCAM” dediğimiz öğretmene duyulan sevgi gibi.
Tabii hepsinden üstte de bugün burada bu yazıyı yazmama vesile olan, hayatta aldığım bir damla NEFESİN sebebi gibi… BABAM.
Herkes az çok bilir O’nun saha mücadelesini. Ben ilk olan bu köşe yazımda ilk olarak bir ilki paylaşmak istedim sizlerle. Yazarken çok zorlandım inanın. Ama UNUTULMAMASI gereken, unutturmamak gereken bir YİĞİTTİR benim BABAM. Biliyor musun BABA? Sen gittin ya Ben KÖR oldum.
Seni sadece yokluğunla kör olan ben değil, paylaşmayı; sohbetlerden anlayan kadim dostların, hocalığı; çocuklarının öğretmenlerinden anlayan öğrencilerin! Ve tabii ki kıymetini bilen herkes çok özledi.
Çok Özlüyorum Be ASLAN BABAM… İnan bana her gece uyumadan önce 3 sayfada olsa okuyorum kitaplarımı…
Yılda bir de uzun uzun kıymetini anlattığın kitaplarının tozunu alıyoruz hep birlikte…
Babamın ruhuna bir kez daha "El Fatiha" diliyorum.
Not: Bu yazıyı okuyan herkes hayattaysa, babasının yanağına sessizce bir buse daha eklesin, kulağına “Seni seviyorum BABA” desin usulca.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.