Mutsuz, memnuniyetsiz…
Tuhaf bir insan tipi var bu ülkede. Az-buz değil, koskoca bir sosyolojiyi temsil ediyor. Kendilerini mutsuzluğa, memnuniyetsizliğe, karamsarlığı mahkûm etmişler. Ne kendi yaptıklarıyla hoşnut olabiliyorlar, ne de toplum adına gösterilen başarılarla…
Onlar, sadece bizim kuşağın garabetleri değil; tarihimizin her döneminde, maalesef mevcut idiler.
Biruni diye bir Türk evladı çıkar, gökyüzüne merak salar; bir yığın araştırma yapar, yeni yeni bilgileri meydana çıkarır. O güruh, Biruni’yi ve yaptıklarını küçümser.
Uluğ Bey, ülkesinin sultanıyken, yine de gözlerini gökyüzünden ayıramaz. Astronomiye yeni ufuklar kazandırır. Aynı güruh o büyük âlimi de küçümser.
Lagari Hasan Çelebi, barut kullanarak, kendi döneminin ilk roketini yapmaya gayret eder. Yaptığı denemelerde kısmi de olsa başarılar elde eder. Malum tipler, Lagari’nin yaptıklarıyla kafa bulur.
Bundan yaklaşık 400 sene önce, Hezarfen Ahmet Çelebi diye bir büyük bilgin, ‘İstanbul’u kanatları altına almak’ üzere, kendi döneminin uçağını yapar. Galata Kulesi’nden kendini aşağıya salar. Gökyüzünde dakikalarca süzülür, sağ salim denize iner.
O başarının pek de takdir edildiğini, iltifat gördüğünü sanmayın. Hezarfen de başarısının bedelini ödemiştir. Hatta bugün bile, onunla dalga geçme içerikli bazı ‘sanatsal’ etkinlikler yapıldığını görüyoruz.
Türk Milletini ve başarılarını küçümsemeyi ‘ilke’ edinmiş bu mutsuz-huzursuz-memnuniyetsizler güruhu, her başarıyı küçümsedikten, her başarılı insanı paçavraya çevirmek için bin bir melaneti yaptıktan sonra, bir de karşımıza geçip ‘hikmet’ yumurtlamaya çalışır: “Eller aya biz yaya…”
Hayatlarına baksanız, o güruhun, başkalarını küçümsemekten, alay etmekten başka hiçbir eserlerini, başarılarını göremezsiniz. Ellerinde pis bir paçavra, her başarıyı ve başarılı insanı kirletmeye, lekelemeye çalışırlar.
Türkiye, çağımızın en gelişmiş İHA ve SİHA’larını yapar… Eline kamera ve mikrofon fırsatı geçirmiş olan densiz, o muhteşem teknolojik ürünleri ‘oyuncak’ diye küçümser.
Türkiye, beşinci nesil savaş uçağını uçurmak üzere gün sayarken, kendisini âlim diye yutturan bir ahmak, baktığı birkaç fotoğraftan hareketle, millî muharip uçağımızın, bilmem kaç milimetrelik demir profille yapıldığını, bunun sağlam bir malzeme olmadığını filan iddia etmeye kalkar.
Türkiye, kendi yaptığı süper haberleşme uydularını uzaya gönderir; iletişim ağını yerli ve millî temellere oturtmaya çalışır… İçimizdeki o ahmaklar; “Hani, kendi roketinle mi uzaya gönderdin o uyduyu?” diye moral bozmaya çalışır.
Millî tankımız Altay’ın prototiplerini yapar, milletin göğsünü kabartırsınız… O mutsuz-memnuniyetsizler taifesi, bu kez de; “O tankın motorundan haber ver, hangi ülkeden alıyorsun?” diye homurdanır.
Ve nihayet, uzaya ilk Türk astronotunu gönderirsin… Sosyal medya çöplüğünde debelenen o şizofren kitle, bu önemli gelişmeyi; “Uzaya turist gönderdiniz…” diye küçümser.
Bazen insanın isyan edesi geliyor. Yahu, bu milletin en zeki evlatları, deha mesabesindeki gençleri, milletleri adına bir şeyler yapabilmek için gecesini gündüzüne katıp çalışıyor. Kimisi, Boğazda keyif yapmak dururken, gidip dağ başlarında, aylar boyunca konteynerlerde yaşıyor… Uykusundan, yemek imkânlarından, rahatından, zevkinden, keyfinden gönüllü olarak mahrum kalıyor…
Bir başka vatan evladı, gidip de dönememe riski olmasına rağmen, bu milletin ilk astronotu oluyor. Zor bir göreve gönüllü gidiyor. Oysa rahat bir hayatı var. Kimse onu, hayatî riski olan bir işe zorlamadığı halde, sıkıntı ve riskleri göze alıyor.
Sonra dönüp arkamıza bakıyoruz… İçimizdeki ‘İrlandalılar’, yapılan fedakârlıkları ve elde edilen başarıları karalamakla meşguller.
Kötü olan şu ki; içimizdeki bu safraları tasfiye etme imkânımız da yok. Onlar bizim hem kaderimiz, hem de millet olarak imtihan sebeplerimiz.
Çoğu zaman dışarıdan kumanda edilseler de, kötü niyetlere hizmet etseler de maalesef onlar bizim parçamız. Onlarla birlikte yaşamaya mahkûmuz.
Yapabileceğimiz tek şey, birlikte yaşamak zorunda olduğumuz bu mutsuz ve bozguncu kitleyi kontrol altında tutmaktır.
Bir anlamda, onları ‘açık akıl hastanesinde’ sonsuz bir tedavi sürecine tabi kılmak zorundayız.
Ve onları gözlem ve kontrol altında tutarken, gözümüzü ufuktan sakınmayacağız. Bilimse bilim, kalkınmaysa kalkınma, gelişmeyse gelişme… Ülkemizin ve milletimizin yararına olan ne varsa… Çamur atıcıların ayaklarımıza dolanmasına fırsat vermeden yolumuza devam edeceğiz.
Bu mücadele, kıyamete kadar böylece devam edip gidecek.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.