15 Temmuz: Korkunun bizi terk ettiği gece
Akşam sofrasından kalkmış, televizyon karşısında çay yudumlayarak, mesai yorgunluğunu atmaya çalışıyorduk. Ertesi gün işe gitme kaygısının olmaması, bizim gibiler için en büyük keyif unsurlarından biridir, ne de olsa.
Tam da böylesine keyifli bir hal üzereyken, televizyonlar tuhaf bir haber geçmeye başladı. İstanbul Boğaziçi Köprüsü, Anadolu’dan Avrupa’ya geçiş istikametinde, tanklar tarafından kapatılmıştı.
O günlerde, ABD’nin terör aparatları olan PKK ve DAEŞ’in bombalı saldırıları gündemde olduğundan, “Acaba köprüyü havaya uçurmayı hedefleyen bir bombalı saldırı ihbarı mı alındı?” diye söylenmeye başladım.
Haber kanalları arasında gezinerek, yaşanan tuhaf duruma dair bilgi kırıntısı yakalamaya çalıştım. Yetmedi, gündemi yorumlayan/tartışan programlardaki sunucu ve konukların konuşmalarının satır aralarında, hatta yüz ifadelerinde bir şeyler aramaya başladım.
Hani derler ya, “Hava kurşun gibi ağır…” Aynen o tarz bir kasvet çökmüştü üzerimize. Ülkemiz siyasî ve ekonomik istikrar yönünden bir sorun yaşamadığı ve hatta silahlı bürokrasi bir hayli geriletilmiş olduğu için, bir darbe ihtimalini aklımıza dahi getirmek istemiyorduk.
Dakikalar ilerledikçe, sağda-solda uçaklardan bombalar atılmaya başladıkça, meseleyi idrak etmeye başladık. Evet, bir askerî darbe girişimi yaşıyorduk.
İHANETİN ADI: FETÖ
Derken, TRT ekranlarından bütün ülkenin üzerine bir karabasan gibi çöken, o malum darbe bildirisi yayınlandı. (Yeri gelmişken söyleyelim: Darbenin akamete uğratıldığı dakikalardan itibaren o meşum bildiri diğer televizyonlardan silinirken, Halk TV kanalı, sabaha kadar o bildiriyi tekrar tekrar yayınlamaktan geri durmadı. Tarihe not olsun…)
Korsan bildirinin failleri, kendilerini ‘Yurtta Sulh Konseyi’ diye, güya Kemalist bir maskeyle perdelemişti. Lakin darbe girişiminin, TSK’nın emir-komuta zinciri içinde yapıldığını gösteren hiçbir işaret yoktu. En azından Genelkurmay Başkanı’nın adı, imzası veya görüntüsü mevcut değildi. TSK içine yuvalanmış FETÖ hainlerinin, tasmalarını tutanlar adına başlattığı bir darbe-işgal girişimiydi, yaşadıklarımız.
Sonrasında TBMM ve Gölbaşı Polis Özel Harekât Merkezi’nin, hainler tarafından vurulduğu haberi ulaştı. Tam bir kırılma noktasıydı.
Eşim ve iki kızımla birlikte, “Ne yapmalıyız?” sorusuna cevap ararken, bir yandan da ekranlarda gezinerek, bir yol, bir ışık yakalamaya çalışıyorduk.
O esnada, darbe girişiminin 1 numaralı hedefi olan, Başbuğ Recep Tayyip Erdoğan’ın direniş çağrısı ekranlara düştü.
Ailece çıktık sokağa. Arabayla gitsek, herkesin akın ettiği meydanlara yaklaşmak bile mümkün olmayacaktı. Eryaman-Güzelkent’teki evimizden, Sincan Lale Meydanı’na yürümeye karar verdik.
Ayaş yolu üzerindeki üst geçitten karşıya geçerken, Sincan-Yenikent yönünden gelen araçların, Ankara şehir merkezi yönünde ilerlediğini görünce, fikrimizi değiştirip, Kızılay istikametine gitmeye niyetlendik.
DARBEYE DİRENİŞ BİLDİRİSİ
Tabii bu durumda arabayı almalıydık. Eve dönünce, birden yapmam gereken daha önemli görevler olduğunu hissettim. O dönem Basın Müşaviri olduğum Öz Orman-İş Sendikası yöneticilerini aramaya başladım. İlk olarak Genel Başkan Yardımcısı Ali Bilgin’e, sonra da Genel Başkan Settar Aslan’a ulaştım.
Evet, üyesi bulunduğumuz Hak-İş Konfederasyonu’nun tüm sendikalarıyla birlikte, FETÖ hainlerinin darbe girişimine karşı sonuna kadar direnecektik. Hemen kısa bir ‘Direniş Bildirisi’ hazırlayarak, sendikanın resmî internet sitesine koydum. Sonra 30 bin üyemize, direniş için herkesi meydanlara çağıran bir kısa mesaj gönderdim. Ardından da darbeyi kabul etmediğimizi, direneceğimizi ve Türk Demokrasisine sahip çıkacağımızı ifade eden bir Basın Açıklamasını, ulusal ve yerel tüm medya kuruluşlarına gönderdim.
Tabii ben önemsediğim bu işleri yaparken, bir yandan da eşim ve kızlarım tarafından, sokağa çıkma ve meydanlara doluşma noktasında ‘ayak sürümekle’ suçlanıyordum. Onların, bir an önce sokağa çıkma konusunda acelesi vardı.
Sadece şunu söyledim: “Az sabredin. Şu anda yapmaya çalıştığım şey, meydana çıkmamızdan daha önemli ve faydalı.”
Yaklaşık 1 saatlik bu çalışmanın ardından, eşim ve kızlarımla birlikte arabaya atladık, kendimizi, Kızılay’a doğru akan araç selinin içine bıraktık.
Yenimahalle Köprülü Kavşağını geçip, Türkiye Kömür İşletmeleri binasına yaklaştığımızda artık trafik neredeyse durmuştu. Bulunduğumuz noktadan Kızılay’a kadar, en az 4-5 kilometrelik yol, araçlarla tıka-basa dolmuştu.
Tam o sırada, Kömür İşletmeleri binasının hemen arkasındaki Ankara Emniyet Müdürlüğü yönünden grup grup insanların bize doğru geldiğini fark ettik. Gelenlerin üstü-başı çamur, yırtık, perişan bir halde, adeta savaştan çıkmış gibiydi. Bir yandan da tüm araçlardaki vatandaşlara sesleniyorlardı: “Emniyet’i temizledik, herkes Kızılay’a doğru yürüsün…”
Sonradan işittik ki, o seslenenler, Şentepe Ülkü Ocakları’ndan gelenlerdi.
KÜLLİYE ÖNÜNDE VATAN NÖBETİ
Zor bela arabayı birkaç yüz metre ilerletip, sağ tarafa doğru Konya Yoluna ulaştırınca, hemen kenara park ettik. O sırada gelen bir EGO otobüsünden, “Kızılay’a gidiyoruz…” diye bir ses duyduk. Hemen atladık otobüse. Fakat otobüs Kızılay’a değil, Beştepe Cumhurbaşkanlığı Külliyesi istikametine doğru yol aldı. Belli ki otobüs şoförü, Kızılay’a gitmenin mümkün olmadığını öğrenmiş, belki de yolcularını Külliyeye götürme talimatı almıştı.
Külliyeye, Demetevler istikametinden ulaşan yol boyunca bir süre ilerledikten sonra, oradaki insan selinden dolayı daha fazla gidemedik, herkes otobüsten indi.
O sırada artık saat 03:00’e yaklaşıyordu. Külliyenin Beştepe istikametindeki ana nizamiyesinden, bizim bulunduğumuz yere kadar binlerce vatan fedaisi doluşmuştu.
FETÖ hainlerinin üzerimizde uçurduğu F16’ların oluşturduğu sonik patlamalar, bir anda kendimizi yere atmamıza sebep oluyordu.
Bulunduğumuz kavşağın ortasında konuşlanmış Polis Özel Harekât zırhlısından sık sık yapılan anonslarda, kimsenin meydanı terk etmemesi isteniyor; tehlikenin devam ettiği, yanında silah bulunanların, gerektiğinde bunu kullanmaktan çekinmemesi gerektiği anons ediliyordu.
Derken, bir manga kadar PÖH yiğidinin, üzerleri donanımlı ve biraz da yorgun bir şekilde, Külliye nizamiyesi yönünden gelip yanımızdan geçtiğini görünce, Külliye cenahının emniyete alındığını anladık.
Dakikalar ilerledikçe sürekli sağa sola telefon ediyor, darbe girişiminin akıbetine dair haber almaya çalışıyorduk. O sırada, Diyarbakır’da bulunan diğer kızımdan, PÖH mensubu olan damadımın da diğer meslektaşlarıyla birlikte, darbeci hainleri derdest etmek amacıyla, Ankara ve İstanbul’a intikal üzere yola çıkarıldıklarını öğrendim.
Artık tanyeri ağarmaya başladığında, ABD köpeği FETÖ hainlerinin giriştiği darbe-işgal girişimi dumura uğramıştı. Bizim de orada beklememize gerek kalmamıştı. Eşim ve kızlarıma, bulundukları yerde beklemelerini söyleyip, arabamızı park ettiğim yerden almak üzere yürümeye başladım. Derken bir araç geldi, beni aldı, Ankara Emniyeti yakınlarına kadar götürdü. Oraya vardığımızda, gece biz ayrıldıktan sonra Emniyete ağır bir saldırı gerçekleştiğini ve binaların neredeyse yerle bir edilmiş olduğunu gördüm. Arabam, birkaç yüz metre uzakta bulunduğundan, bir zarar görmemişti.
Arabayı aldım ve ailemin bulunduğu noktaya yakın bir yerde park ederek, onları almak üzere yürümeye başladım.
SON BOMBA ÇOK YAKINIMIZA DÜŞTÜ
Saat 06:20 civarıydı. Gökyüzündeki bir F16’nın üzerimizden uçtuğu sırada, Külliye ana nizamiyesi yönünden çok büyük bir patlama sesi geldi. Bomba patladığında, metal kılıfının parçalanmasına dair o keskin sesi net bir şekilde hissetmiştim. “Eyvah!... Bu defa çok can yitmiştir…” dediğimi hatırlıyorum. O bombanın Külliye nizamiyesi önünü atıldığını ve çok sayıda vatandaşımızın şehit olduğunu ilerleyen saatlerde öğrenecektim. Meşum ihanet gecesinde atılan son bombaydı.
Tam da Külliye önünden geçip Demetevler istikametine giden ana yolda yürürken, bulunduğu yere doğru bir zırhlı aracın son sürat gelmekte olduğunu gördüm. Benim bulunduğum yerden 50 metre sonrasında, hafriyat kamyonları yolu kapatmıştı. Dolayısıyla, gelen zırhlının, yön değiştirip, benim bulunduğum kaldırıma sürebileceğini düşünerek, bir an ne yapacağımı şaşırdım.
Zırhlının gelişine göre, gerektiğinde kendimi kaldırımdan aşağıya doğru atmayı hesaplayarak vaziyet aldım. Zırhlı araç önümden geçtikten sonra, hız kesmeyerek, orta refüj ile hafriyat kamyonu arasındaki küçük boşluktan, kamyonun dorsesine sert bir şekilde vurarak ilerledi. Sonradan öğrendik ki, o zırhlı, darbenin Jandarma Genel Komutanlığı ayağını yöneten üst rütbeli hainleri kaçırıyormuş. Tabi hafriyat kamyonuna çarpmasıyla, kendisi de hasar görmüş ve birkaç kilometre gittikten sonra yolda kalmış.
GAZİ MECLİS’E ZİYARET
Ailemi alıp eve bıraktıktan sonra, doğruca Öz Orman-İş’in Balgat’taki merkezine vardım. Genel Başkan Settar Aslan’la yaptığım telefon görüşmesinde, o sırada Hak-İş Genel Başkanlığına vekâlet etmekte olduğundan, saat 12:00’de tüm üye sendikaların yöneticileriyle bir toplantı yapacağını, sonrasında Gazi Meclis’e bir geçmiş olsun ziyareti yapılıp, darbeyi reddeden ve Türk Devletine ve demokrasisine sahip çıkan bir bildiri yayınlanacağını öğrendim.
Hemen oturup, ‘Türk Milleti 100 Yıllık Darbeler Parantezini Bugün Kapatmıştır’ başlıklı bildirimizi kaleme aldım. Sonrasında Hak-İş’te yapılan geniş katılımlı toplantıda o bildiri, küçük eklemelerle geliştirildi ve Hak-İş’in Ülkeye ve Demokrasiye Sahip Çıkma Bildirisi olarak, TBMM’nin bombalanmış bahçesinde kamuoyuna açıklandı.
TBMM’ye yürüyerek gitmiştik. Yolda, üzerinden tankla geçilmiş onlarca araç gördük. Gazi Meclis’e atılan bombalardan birisi, Genel Kurul salonunun 20 metre kuzeyindeki bir sütuna isabet etmiş, sütunu parçalamıştı. O mermi 20 metre daha güneye isabet etse, o anda Genel Kurul Salonunda bulunan yaklaşık 100 milletvekilimizin şehit olması kuvvetle muhtemelde.
O dönem TBMM idare amiri olan, eski Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu’yu ziyaret ettik, geçmiş olsun dileklerimizi ilettik.
Meclis’in harabeye dönmüş koridorlarında gezerken, FETÖ mensubu olduğundan zerre kadar şüphemiz olmayan, milletvekili sıfatlı bir yüzsüzün ortalıkta pişkin pişkin dolaştığını görmenin acısını da hissettik.
KORKUNUN KALPLERİMİZDEN ALINDIĞI GECE
Evet… 15 Temmuz gecesinde; Yüce Allah’ın yardım ve izniyle, gecenin karanlığını pırıl pırıl bir aydınlığa dönüştüren ve hiçbir zaman diz çöktürülemeyen o büyük Türk Milletinin bir mensubu olmanın gururunu yaşamıştık. Bu onur, nesiller boyu herkesin nasipleneceği kadar büyük bir onurdu.
Bir hususun daha altını çizerek, kişisel 15 Temmuz’umun dillendirilmesini burada noktalayayım:
Normal zamanda, sokakta ufacık bir tartışma olsa, parkta oynayan çocuklarımızı derhal alıp evimize geçeriz. Akşam caddeden bir silah sesi gelse, kendimizi ve aile fertlerimizi, bir kör kurşun gelebilir endişesiyle pencerelerden uzaklaştırırız.
Fakat… 15 Temmuz’daki hain girişimin, sadece bir darbe niyeti olmadığını, aynı zamanda Türk Vatanının işgalini hedeflediğini anlamış olmamızdandır ki; o gece ne kendi canımızın ne de eş ve çocuklarımızın canının derdine düşmedik.
Kısa bir zaman sonra idrak ettim ki; o gece, Yüce Mevla, kalplerimizden ölüm korkusunu almıştı. Elhamdülillah, o geceden beri içimde ölüm korkusu hissetmediğimi söylesem, herhalde bir gerçeği ifade etmiş olurum.
Yüce Allah, nice şer bilinenlerden nice hayırlar lütfetmiştir. Şahsen, 15 Temmuz ihanetini de böyle görüyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.