Abdullatif Acar

Abdullatif Acar

Ahde vefa ve sorumluluk

Ahde vefa ve sorumluluk

Sözünde durma, verdiği sözlere bağlı kalma, özü ve sözü doğru olma anlamına gelen ahde vefa, kurana göre, iman ederek Allah ile ahitleşmiş ve böylece kendisini sadakat yükümlülüğü altına sokmuş müminin ahlaki bir borcudur.

Vefa duygusu insanı her şeyden önce Allah’a karşı sorumlu hissettiren manevi bir bağdır. Bu bağ ibadet ve itaatle, zikir ve fikirle muhafaza edilebilir. İbadetlerde ki gevşeklik Allah ile aramızda tesis ettiğimiz ahde vefayı yok eder. Allah’a verdiği sözü yerine getirmeyenler insanlara karşı verilen sözleri de yerine getirmez. İnsanlara teşekkür etmeyenler Allah’a da şükretmezler.

Mümin, verdiği söze, yaptığı sözleşmeye veya beraber yola çıktığı, işbirliği yaptığı kişilere karşı kendini mes’ul hissetmesi gerekir. Vefalı insan, kendisine ümit bağlayanları yüz üstü bırakamamalı, verilen sözün gereği olarak, maddi ve manevi bütün fedakârlıkları yapma hususunda tereddüt etmemeli.

Verilen söz sorumluluğu da beraberinde getirir. Söz ağzımızdan çıkıncaya kadar bizim esirimizdir. Çıktıktan sonra biz onun esiri oluruz. Esaretten kurtulmak o sözün gereğini yapmakla mümkündür. Allah’a verdiğimiz sözün gereğini yapıp hürriyetimize kavuşmakta var, Allah’ın emrine muhalefet edip nefsimizin esaretinde bir ömür geçirip sonu cehennem olan şiddetli bir azaba müstahak olmakta var.

Kalubelada, ruhlar âleminde her birimiz yüce Rabbimize söz verdik. Bu söz, bütün insanlığı bağlar. Her insan Allah’a karşı vefa duygusunu, O’na iman ederek sonra o imanın gereği ve şükrün ifadesi olarak salih amel işleyip sorumluluklarını yerine getirerek muhafaza edebilir.

Yüce Allah kalubelada ki şahitliğimizi şöyle ifade ediyor:

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (demişti de) onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahit olduk” demişlerdi. (Bu) Kıyamet günü: “Biz bundan habersizlerdik” demenizi (önlemek) içindir.” (Araf, 172)

Bunun anlamı “sen bizi bu dünyaya hangi vazife ile gönderdiysen onu yerine getirmeye, sana kayıtsız ve şartsız ibadet ve itaat etmeye; hiçbir şeyi sana ortak koşmamaya söz veriyorum, demektir.

Bu sözümüzü kelime-i şahadetle pekiştirdik, bir yönüyle, o söze geçerlilik kazandırdık. İslam ile şirk arasındaki fark olan namaz ibadetimizi yerine getirirken günde en az Fatiha suresiyle, 40 defa “ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz” diye ahdimizi yeniliyoruz. Beş vakit namaz bu nedenle kulluğumuzu yenilememize, unuttuklarımızı izale etmeye vesile oluyor.

Ahde vefa gösteren mümin, imanı olgun, muttaki, muvahhit, muhlis, abid ve arif insandır. Mümin ile münafık arasında ki fark yine ahde vefa ile mümkündür.

Kur’an-ı Kerim’de müminlerin vasıfları sayılırken;

“Emanetlerine ve ahitlerini riayet edenler; şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar; namazlarını koruyanlar; işte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar.” (Mearic, 32,33,34,35) buyuruluyor.

Ahret inancıyla güçlü bir sorumluluk duygusu içerisinde hareket eden insan toplum için gerekli ahlaki erdemleri kuşanarak bunu güven üzerine oturtup huzurlu bir toplumun inşasına katkıda bulunmuş olur. Çünkü toplumu ayakta tutan insanların birbirlerine güvenmesidir. Bu olmayınca insanlar birbirlerine kuşkuyla bakıyorlar. İlişkilerinde yeterince iyi niyet taşıyamıyorlar. Mümin kendisine tevdi edilen görev ve sorumlulukları emanet bilinciyle yerine getirmeli. O işin hakkını vermeli. Burada hangi işi olması önemli değil. Önemli olan bulunduğumuz konuma göre iyi niyet içerisinde hareket etmektir.

Öyleleri de var ki ibadet ve itaatini yerine getirdiği halde, o ibadetlerde ki asıl gayeyi unutur namazını kılmaz veya kıldığı halde onu ihlâs ve samimiyet içerisinde yerine getirmez. Yani o namaz böyle birini fuhşiyattan ve münkerattan alıkoymuyor,  bozgunculuk yapıyor,  küçük bir menfaat karşılığı istikametten ayrılıp şeytana uyuyor. İnsanları aldatıyor, hile ve dolanla işini yürütmeye çalışıyor, kendisine güvenenleri hayal kırıklığına uğratıyor. Böyleleri için fasık nitelemesinde bulunan yüce Allah şöyle buyuruyor:

“O fasıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın Allah’ın riayet edilmesini emrettiği ilişkileri keserler ziyaret edilip hâl ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.”(Bakara ,27)

Verdiği sözlerin gereklerini yerine getirmeyen insanların ahrette herkese ifşa edilip rezil rüsva olacaklarını peygamberimiz şöyle ifade ediyor:

“Bilesiniz, kıyamet günü ahdini tutmayan her vefasıza (vefasızlığın derecesine uygun) bir sancak (dikilecek).Bu falanın vefasızlığıdır denecek. (Böylece vefasızlığı teşhir edilecektir.) (Müslim)

Mümin’i Münafıklardan Ayıran Ahde Vefadır

Peygamber aleyhisselatü vesselam Efendimiz ahde vefa göstermemeyi münafıklık alametleri arasında saymıştır.

“Münafıklığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, emanete verildiği zaman ihanet ede ve ahde vefa gösterme.” (Buharî, İmân, 24)

Münafık olduğu gibi görünmez. İçi farklı dışı farklıdır. Gizli planları vardır. Niyeti ile eylemi bir birine uymaz. Bu nedenle insanları aldatır yanıltır, kul hakkına girdiği gibi Allah’ın hududunu da çiğnemiş olur. Münafık, menfaatini ön plana çıkarır, kendisini düşünür başkalarının sırtından nemalanmaya çalışır, bencil enaniyet sahibi münafık “ene”’sini büyütmek için verdiği sözü önemsemez, ahdine, yaptığı akitlere bağlı kalmaz. Yapılan iyiliği unutur, yol arkadaşını küçük bir menfaat karşılığı satar. İşte bu nedenlerle Allah Resulü biz müminleri uyarıyor “sakın onlara benzemeyin” diye sıkı sıkıya tembihte bulunuyor.

Mümin ise sözü ile özü bir olan, merhamet timsali insandır. O’nun merhameti Allah’ın rahman sıfatının tecellisidir. Korkusu, sevgisi, gayesi, niyeti hep Allah içindir. Mümin, muttaki kılıcını kuşanan tevazu erdemliliği şiar edinen, isar makamını hedefleyen, ihsan derecesinde hareket eden; başkasının âli menfaatini önceleyen, kendisi için ne istiyorsa mümin kardeşi içinde isteyen, kendine reva görmediğini başkalarına reva görmeyen, iyiliğe ya misliyle ya da daha fazlasıyla karşılık veren insandır.

Allah Resulü “Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur ahde vefa göstermeyenin dini yoktur.”(İbni Hambel) Buyurarak,  mümin ile emniyet, ahde vefa ile din arasında ki irtibatı çarpıcı bir şekilde belirtiyor.

Yüce Allah Teâlâ da şu ayetleriyle bizleri uyarıyor:

“Ey iman edenler! Akitlerin gereğini yerine getirin.” (Maide, 1)

“Anlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin. Ve Allah’ı üzerinize şahit tutarak, yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri iyi bilir.” (Nahl, 91)

Allah korkusu içerisinde olan bir insan hal ve tavırlarına dikkat eder, her davranışından hesaba çekileceğini bilir. Allah, kendisini görüyormuş gibi bir hayat sürer. Bu davranışı onu en âli makamlara yükseltir.

  Allah cellecelalühü buyuruyor ki:

“Hayır; kim ahdine vefa eder ve sakınırsa şüphesiz Allah da muttaki olanları sever.” (Ali İmran, 76)

Verdiğimiz söz, lehimiz de, aleyhimize de olsa yerine getirmeliyiz. Burada önemli olan sözün kime verildiği değil, sözün bizzat kendisidir. Dini inancı ne olursa olsun bir kimseyle bir anlaşmaya varıldıysa, bir sözleşmeye imza atıldıysa o söz yerine getirilmeli. Çünkü söz görünüşte başkasına karşı verilmiş olsa da aslında Allah’a verilmiştir. Sözünü yerine getirmeyenler Allah’ın emrine muhalefet ettiğinden azaba müstahak olurlar. Bu nedenle mümin her hususta doğruluktan, sadakatten, vefadan ve samimiyet taviz veremez. İstikamet üzere kalmak elbette zordur. Bunun bedelinin olması muhtemel; elbette bazı şeyler nefsimize ağır gelecek, bazen dünyevi menfaatimize dokunacak, canımız ve malımızla yaptığımız fedakârlık nedeniyle şeytan kulaklarımıza, kandırmak için fısıldayacak, kalbimize vesvese verecek, (Allah muhafaza) öyle bir zaman olacak ki gönlümüze nifak tohumu bile atacak. İşte bu nedenlerle imtihanımız ağır, sorumluluğumuz büyüktür.

Peygamberimiz(sallahü aleyhi vesellam)’ın Ahde Vefası

Allah Resulü aleyhisselatü vessselam her hususta olduğu gibi bu konuda da en güzel örnektir. O ki kendisine peygamberlik gelmeden önce bile Muhammed’ül emin olarak bilinirdi. Kimse onun yalan söylediğine şahit olmadı. Müslüman olmayanlar bile onun güvenilirliğinden şüphe duymadı.

Tebliğin ilk zamanları… Peygamberimiz Sefa tepesine çıkıp toplanan kalabalığa “ şimdi size desem ki ‘şu dağın arkasında düşman ordusu bize doğru geliyor ne dersiniz?’ Dediğinde herkes “sana inanırız çünkü sen yalan söylemesin” diyerek O’nun doğruluğunu teyit etmişlerdir.

O, müşriklerle yapılan sözleşmelere bile sadık kalmış, verilen söz hususunda kimseye, inançları nedeniyle ayrım yapmamıştır. O’nun için kim olması değil, yaptığı ve vaat, ettiği sözler önemlidir.

  Mesela, bir defasında; Mekke müşrikleri adına Süheyl b. Amr ile yapmak üzere olduğu Hudeybiye anlaşmasının bir maddesi “Müşriklerden Müslüman olup Medine’ye sığınanların iade edilmesi” şeklindeydi. Süheyl b. Amr oğlu Ebu Cendel Mekke’de birçok işkenceye maruz kalmış, ayaklarına vurulmuş pırangalarla Hudeybi’ye denilen yere kendini atmış, Allah Resulü’ne sığınmıştı. Yara bere içerisinde ki Ebu Cendel “beni geri iade etmeyin yoksa işkencelerine devam edecekler” diye yalvarıp yakarmıştı.

  Allah resulü bu duruma çok üzüldü. “Ebu Cendel’i kabul ettikten sonra anlaşma imzalayalım” diye ısrar ettiyse de müşrikler bunu kabul etmediler. Sonunda Ebu Cendel’i babası Suyel b. Amr’e temsil etmek mecburiyetinde kalan Allah Resulü Ebu, Ebu Cendel’e sabretmesini tavsiye etti. Sahabeler ağlayıp sızladılar, hüzne boğuldular. Bazılarına göre bu çok ağır bir şeydi. Bile bile müslümanı düşmanın eline teslim ediliyordu.  Ancak bir defa söz verilmişti yerine getirilmesi gerekirdi. Çünkü bu bir yönüyle Allaha verilen sözdü. Allahın emri her şeyin üzerindeydi. Daha sonra bu anlaşma Müslümanların lehine sonuçlanmıştır. Allahın vaadinin gerçekleşmesi bizim verdiğimiz söze bağlılığımız neticesindedir.

  Bunun gibi benzer olaylara rağmen Allah resulü verdiği söze, yaptığı anlaşmaya sadık kalıyordu. Belki yeri geliyor acısını içine akıtarak “ bir söz verdik, bize ahde vefasızlık yapmak yaraşmaz” diyerek sözleşmenin gereğini yapıyordu.

Onun eşsiz hayatında ki şu ibretlik hadise de günümüz insanı için ne kadar ders niteliğindedir:

  Allah resulüyle bir arkadaşı bir meseleyi görüşmek üzere bir yerde buluşmaya karar veriyorlar. Allah resulü, söz verdiği gibi oraya gidiyor ancak buluşacağı kişi gelmemiştir. Buna rağmen verilen sözü yerine getirmek adına orada onu üç gün bekliyor.

O’nun hayatı ahde vefa üzerine bina edilmişti. Ahlaklı olmanın gereğiydi bu. Sorulan soru üzerine “ din ahlaktan ibarettir” buyuran Allah resulü, ahlakı en güzel olandır. O’nun ahlakı bizzat kurandır. Bu nedenle O yapmayacağı şeyi söylemez, söylediğini yerine getirir, yaptıklarını bizzat hayatında gösterirdi. Ahde vefası her alanda ve herkesim insan için söz konusuydu. Kendisine yardımcı olanları unutmazdı, iyiliklere fazlasıyla mukabelede bulunurdu. Yakınlarını görüp gözetirdi, sevdiği birisinin dostunu dost, düşmanını düşman bilirdi. Arkadaşlarının vefasına vefa ile karşılık verir, yapılan iyilikleri asla unutmazdı. Şehit çocuklarıyla ilgilenerek, onlara yardım eder, sıkıntılarını giderir, bir baba, amca, dede gibi onları koruyup kollardı.

  Mesela, bir defasında Habeş Kıralı Necaşi’ye vefa için, elçisine hizmet etmesi çok anlamlıdır. Kendisine, sahabeler “ siz bırakın biz hizmet edelim” dediklerinde

“Onlar benim ashabıma iyilik yaptılar, bende bizzat onlara iyilik yapmak istiyorum” diyerek vefanın en güzel örneğini göstermiştir.

Günümüzde Ahde Vefa Kalmadı

Günümüz dünyasında, Peygamber efendimiz tam anlamıyla örnek alınmadığından, O’nun tebliğ ettiği hakikatlerden uzaklaşıldığından insanlık adeta çan çekişiyor. Kimse kimseye güvenemiyor. Kardeş kardeşe sırtını dönüyor. Akrabalar akrep, yoldaşlar insanı satar olmuş.  Komşu komşunun elinden dilinden güvende değil,  işçi, işverenin kandırma peşinde, işveren, işçisini sömürmek için uğraşıyor; esnaf aldatıyorken müşterisini ıstırap duymuyor. Cemiyet kokuşmuş… Saygı sevgi, kardeşlik merhamet, tutkalları ile değil, bencillik çamuruyla; gerçek ve içten değil, suni ve yapmacık birliktelik ile zoraki bir arada olma anlayışı hâkim hale geldi hayatımıza. Vefasızlık sadece başkalarına karşı değil ailenin içerisinde bile kendisini iyiden iyiye hissettirmiş durumda. Kangren haline alan bu illet, ailelerin yıkılmasına sebep oluyor. Her şey sözde kaldı söylenen sözler kalbe inemedi. Samimiyet denemeleri sonuç vermedi. Nikâhta verilen sözler tutulmuyor, iyi günde kötü günde beraber olmaya söz verenler kötü günlerde boşanmak için mahkemenin yolunu tutuyorlar. Eşler birbirlerine adeta pamuk ipliği ile bağlanmış durumdalar, hafif bir problemde o bağ kopuveriyor. Hâlbuki vefa abidesi Allah resulü çok sevdiği eşi Hz. Aişeye “seni kör düğüm gibi seviyorum” derdi. Hz. Aişe bu güzel iltifatı duymak istediği zaman “ kördüğüm ne durumda” diye soruyor, Allah resulü “ilk günkü gibi” diye cevap veriyordu. Kördüğüm gibi sevecek gönül kalmadı. Aslında o gönül Allah sevgisiyle beslenmedi, peygamber sevgisi ile güçlenmedi, Allah’ın veli kullarına olan sevgiyle sulanmadı sonra sonuç ortada. Severek evlendiklerini iddia edenler boşanmak için dua eder duruma geldiler.

  Vefa ile sorumluluk iki kardeş gibidir. Aralarını açmamak gerek. İkisini beraber yürütmelisiniz. Sorumluluğu sırtına almada imtina edenlerin vefası olmaz. Vefası olmayanında geleceği olmaz. Bir çobanın titizliği kadar emanet bilinci içerisinde olmayanın vefasından söz edilebilir mi? Başıboş bıraktığınız aileden, cemiyetten huzur ve saadet inşa edilebilir misiniz? Vefa beklemek birazda vefa göstermekle mümkündür. Allah’ın emaneti olarak çocuklarının dini eğitimi için gerekenleri yapmayan anne babalar emanete hıyanet etmiş olduklarından her şeyden önce Allah’a karşı vefasızlık yapmış olurlar.

Hepiniz çobansınız maişetiniz Altında bulundurduklarınızdan sorumlusunuz” buyuran Allah resulü herkesin bir görevi ve sorumluluk alanı olduğunu bildiriyor. Kısaca bu sorumluluğu yerine getirmek ancak yapılan iyilikleri unutmamak ile yani kime karşı olursa olsun ahde vefa göstermekle mümkündür. Bununla beraber Allah’a ibadetten sonra Anne-babaya iyilik etmeyi emreden, onların hakkının kolay kolay ödenmeyeceğini bildiren dinimiz İslam vefa gösterme hususunda da anne babayı öncelikli sıraya koymuştur.

  Öyle ki, uzun bir yoldan anne babasını ağlar vaziyette bırakıp, peygamberimize gelen biri “ben cihat etmek istiyorum” dediğinde Allah resulü “git nasıl ağlattıysan öyle güldür onları” diyerek anne babaya vefa göstermeyi cihada denk saymıştı.

  Son söz olarak:

  Hz. Peygamber aleyhisselatü vesselamEfendimiz :

“Bana kendi adınıza altı şeyin güvencesini verin, bende size cennetin güvencesini vereyim: konuştuğunuzda doğru söyleyin, söz verdiğinizde sözünüzü tutun, size bir şey emanet edildiğinde ona riayet edin, iffetinizi koruyun, gözlerinizi ( bakması yasak olan şeylerden) sakının ve ellerinizi haramdan çekin.”(Müslim)buyurarak huzur ve saadetin şifrelerini sunuyor adeta.

Kısaca, insanda bu temel erdem ve faziletler bulunduğunda hem kişinin kurtuluşu hem de toplumun kurtuluşu gerçekleşecek, başta aileler olmak üzere topluma huzur ve barış gelecek, insanlar birbirini sevecek, ahde vefa gösterenler cennetle mükâfatlandırılacak kısaca dünya ve ahret saadeti kazanılacak. Yeter ki biz Rabbimize verdiğimiz sözümüzü yerine getirelim.

Selam ve dua ile…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Abdullatif Acar Arşivi