Sarıkamış döneminde cephe gerisi/Sarıkamış Faciası:
22 Aralık 1914-17 Ocak 1915 1. Dünya savaşı sırasında Enver Paşa komutasındaki Osmanlı İmparatorluğu ordusu ile Rus İmparatoruğu ordusu arasında Sarıkamış ve çevresinde gerçekleşen muharabe sonunda Osmanlı ordusu savaşı kaybederken bazı kaynaklara göre, 78 bin, bazı kaynaklara göre ise 90 bin ana kuzusu donarak şehit oluyordu.
Tüm şehitlerimize rahmetler diliyorum.
Ben yazımda pek değinilmeyen Sarıkamış Döneminde cephe gerisinden yani, Osmanlının, Anadolu’nun, sivil halkın o günkü durumundan savaşa bizzat yedek subay olarak katılan yazar:
Şevket Süreyya Aydemir'in “Suyu Arayan Adam” kitabından pasajlar aktararak ışık tutmaya çalışacağım. Bu kitabı her okuduğumda gözyaşlarımı tutamam...
Şevket Süreyya Aydemir, yirmi yaşında asker, İstanbul’dan trenle Kayseri'ye Kayseri’den Anadolu’yu yaya geçerek Sarıkamış'a birliğine ulaşacak...
...Nihayet Kayseri Menzil Komutanı pazar yerine küçük bir baskın yaptırdı. Ele geçen eşeklerden üçer beşer kişilik gruplara eşyaların nakli için birer tane dağıtıldı.
Bize verilen eşeğin ne semeri, ne yuları, vardı. Sırtı cılk yaraydı.
Sahibi bitkin bir ihtiyardı. Eşeğinin başından bir türlü ayrılamıyordu. Bütün varlığı elinden alınan ve onu kurtarmak için her şeyi göze alan bir insanın inadıyla peşimizden koşuyor, hanın kahvenin kapısında geceliyordu.
Sonra bir akşam, hava kararınca menzil komutanından gizli, ihtiyarı yanımıza katıp eşeğini de şehir kenarında kendisine teslim edince, önce buna inanamadı. Sonra işin ciddi olduğunu anlayınca da söyleyecek söz bulamadı. Elimizi öpmek mi, ayağımıza kapanmak mı, yoksa boynumuza sarılmak mı lazım geldiğini bir türlü tayin edemiyordu. Bazen gülüyor birden ağlamaklı oluyordu. Sonra dua etmek aklına geldi. Fakat bu sefer ağlamak sırası bize geliyordu. Onu yaralı eşeğiyle şehrin kenarından, gecenin bağrına dalan tozlu yollara adeta zorla iteledik...
Yerimize dönerken biz de aramızda konuşacak söz bulamıyorduk. Üç arkadaştık, üçümüz de fakir çocuklarıydık. Babalarımız beylerin yanında ırgatlıkla geçinirlerdi. Fakat bizde toprak, hiç bir zaman bu kadar sefil değildi.(Trakya) Bizde sefalet; Bütün varlığı bir uyuz eşekten ibaret olan bu bitmiş ihtiyarın yoksulluğu ile kıyaslanacak kadar derin olmamıştı.
........ Kayseri'de bir kaç gün kaldık. Burada eşeği elinden alınan ihtiyardan başka bir de Kayserinin şehirlisiyle tanıştım.
"İlk askerliğim yedi yıl sürdü oğul. Topçudaydım. Dönünce teyzenle başgöz olduk. Ama sonra gene çağırdılar. Bu sefer beş yıl dolaştık. Bıraktıkları zaman baktım ki, benden hayır yok. Teskereyi terk edince başçavuş olarak gittik Yemen'e. Hepsini toplasan belki yirmi yıl eder asker ocağında... Şimdi buralarda sürterim işte...Ama hani bugün de "haydi gel" deseler gidesim gelir içimden oğul, gidesim gelir gene...
........ Daha sonra evlerden kurtulmadan ihtiyar topçu bir sokak aralığında göründü. Bir süre konuşmadan yan yana yürüdük. Sonra durdu: "Şunu teyzeniz gönderdi"
diye elime bir çıkın tutuşturdu. Bir takım yufkalar içine bulgur pilavı konularak dürülmüştü. Ayrıca zerdali kurusu da vardı. Hepimizin boynuna sarıldı, gözleri doldu.
"Hakkınızı helal edin oğul, ama hepiniz helâl edin" diye yalvardı. Evet, ortada belki helâl edilecek bir hak vardı. Fakat bu hak kimindi ve kime helâl edilecekti?
........ Büyük bir dut ağacının altına bir göçmen ailesi tünemişti. Öküzler bir tarafa çekilmişti. Oku havaya kalkan kağnının bir tarafına keçeler, kilimler serilmişti. Ortada hafif bir ateş yanıyordu. Bu ateşin aydınlatabildiği çevre içinde yanık sert mihnetli iki insan yüzü canlanıyordu. Biri bitkin bir ihtiyar şarkı söyleyen de yanındaki nineydi. Nine gözleri kapalı ellerini tempo gibi dizine vurarak başı ve bütün vücudu sallana sallana kendisini garip şarkısının ahengine vermişti. Ağlıyordu gözlerinden yuvarlanan yaşlar göğsünü ıslatmıştı. Ninenin keçeleşmiş saçları alnının terine yapışmıştı. Yüzünün buruşuklukları alevlerin akisleri içinde, olduklarından daha derin daha çileli görünüyorlardı. Makamla anlattığı şey, kendilerinin acıklı macerasıydı. Arkada kalan yurt, aşılan mesafeler, tükenmiş azık, yalnızlık, umutsuzluk her şey bu seste dile geliyordu. Köyler şehirler hayvanlar hep isimleriyle dile geliyorlardı. Sanki ilkçağın sokaklarda ilahi okur gibi tarihi efsaneler anlatan bir ozanıydı...
..... Köylerinde cami olanlar ayağa kalksın dedim. Sadece köylerinde cami olan bir kaç kişi kalktılar. Fakat onlar da bayramlarda cumalarda adet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köyünde mektep olan bir tek kişi çıkmadı.
fakat asıl şaşkınlığım, ikinci derste oldu. Daha ilk soru cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını dahi bilmiyorlardı.
-Biz hangi milletteniz, deyince her kafadan bir ses çıktı.
Biz Türk değil miyiz? deyince hemen:
Estağfurullah (!) diye karşılık verdiler.
Osmanlı'nın bize bıraktığı işte buydu (!) Hiçte, büyük bütçeler eşliğinde düzmece senaryolarla çekilen filmlere dizilere benzemiyordu (!)
Sarıkamış faciası sadece askeri açıdan değil, sivil açıdan da Anadolu’nun bir yıkımı olmuş Ruslar’ın desteğini alan Ermeniler, Doğu Anadolu’yu yakıp yıkmışlar, çoluk çocuk demeden yüzbinlercesini katletmişler katliamdan kurtulanlar ise yerlerini yurtlarını terk ederek içe doğru göç etmişlerdir.
Bu göçler esnasında, açlıktan, yokluktan, hastalıktan, kötü hava koşullarından on binlercesi yollarda telef oldular...
Atatürk, Samsuna çıktığında memleket bu halde hatta daha da kötüydü...
Saygılarımla...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.